Michel Foucault Arkeoloji

Download Report

Transcript Michel Foucault Arkeoloji

Arkeoloji

 Bilginin Arkeolojisi, Söylemsel Düzenler (s. 33-102)  Entelektüelin Siyasi

İş

levi, Hakikat ve

İ

ktidar (s. 59-85)  Ders Özetleri, Söylemin Düzeni (s. 9-39) 

İ

deoloji ve Kültürel Kimlik, Foucault ve

İ

deoloji (s. 129-136)

Söylemsel Düzenler

Her tarihsel çözümlemede, süreksizlik, kopukluk, eşik, sınır, seri, dönüşüm kavramlarının söyleme dahil edilmesi (oyuna sokuluşu) sadece prosedür sorunlarını değil, teorik problemleri de ortaya çıkarmaktadır. Foucault’ya göre tarih, şimdide bir işe yarasın diye, geçmişin olaylarının derinlemesine araştırılmasıdır. 1970 yılından beri iktidar kavramı üzerinde çalışan Foucault, iktidar mekanizmalarını hukuk ve gerçeklik eksenlerinde açıklamak ister. O, 17. YY. ile 19. YY. arasında, özünde monarşik olan “hükümranlık hukuku“ndan, “disiplinci iktidar” aracılığıyla

“düzenleyici iktidar”a geçildiğini öne sürer. Gelinen bu noktadan itibaren, Foucault iktidarı mikro-iktidar mekanizmalarını içeren nüfusun biyo-iktidarı kavramıyla dile

getirir. Bilginin bilimsel olarak hiyerarşik bir yapıya kavuşturulmasını ve minör sözcüğüyle dile getirilen yerel bilgilerin içkin iktidar etkilerine karsı aktif hale getirilmesini düzensiz ve parçalar halinde soykütükleri olarak niteleyen Foucault,

arkeolojinin yerel bilgilere ilişkin söylemlere uygun düsen bir çözümleme yöntemi

olduğunu söylerken; soykütüğünün, söz konusu yerel bilgilere ilişkin söylemlerden çıkarılmış olmakla birlikte, artık onlara tâbi olmayan bilgileri önemli hale getiren taktik olarak düşünür. Bilgi, ona göre dünya hakkında bir vizyon, bütün bilgilerde ortak ve her bir bilgiye aynı yasaları ve aynı kabul edilmesi gereken ön gerçekleri kabul ettirecek olan bir tarih dilimi, aklın genel bir evresi, bir çağın insanlarının kendisinden kaçıp kurtulamayacağı belirli bir düşünce yapısıdır.

Derinlikli, teorik ve homojen olan, bundan dolayı da arkeolojik çözümleme yoluyla elde edilen bilgi (savoir) yi, yeterince derinliği olmayan, uygulamalı olanla ilgili ve heterojen olan, bundan dolayı da soykütüksel çözümleme yoluyla elde edilen bilme(connaissance) den ayırt eden Foucault’nun iktidarla ilgili çözümlemesinin bilgikuramsal temelinde bilginin mi yoksa bilmenin mi yer aldığı konusunda birbirinden epeyce farklı görüşler öne sürülmüş olmakla birlikte, iktidarla ilgili söylemin bilgikuramsal temelinin onun düşüncesinde nesneler alanı

bilmeye dayandığından

olduğunu belirttikten

kuşku

duyulmamalıdır.

Arkeolojiyi yerel bağımlılıklara ilişkin çözümlemenin yöntemi olarak göz önüne almıştır. S. Masumi’nin 13 Ekim 1977 de Paris’te kendisiyle “İktidar ve Bilgi” üzerine yaptığı söyleşide Foucault, yöneltilen bir soru üzerine, Bilginin Arkeolojisi’nin bir metodoloji kitabı olmadığını, farklı alanlara aynı biçimde uygulayabileceği bir yönteminin bulunmadığını, tam tersine, bir yöntem sorununu asla öne çıkarmadan, araştırmasını sürdürürken bile, bulduğu ya da uydurduğu araçları kullanarak soyutlamaya çalıştığı şeyin bir sonra, yüzeyini ortaya çıkarmak olduğunun altını çizmiştir.

asıl amacının,

bilgi/iktidar, hakikat/iktidar ilişkilerini çözümlemek ve bunların ara

S. Masumi söyleşinin akısı içerisinde Foucault’nun bu kör ampirist deyimine dikkat çekmek için, kendisinin Bilginin Arkeolojisi hakkında yazdığı bir yazısında geçen su cümleye ifadeleri içerisinde yer verir: “Foucault’nun söylemlerindeki en güzel an, bilgiolmayan yerde bulunduğu ve düşünce ile olayların karmaşık ilişkileri karsısında güçsüzlüğünü itiraf ettiği andır…”. Foucault´ya göre, oluştukları dönemde, büsbütün başka bir biçimde dağıtılmış, bölüştürülmüş ve belirginleştirilmiş olan ifade birliklerini çözümlemek söz konusu olduğu zaman, nihayet “edebiyat” ve “siyaset” geçmişe yönelik bir hipotezle ve bir biçimsel analojiler ya da semantik benzerlikler oyunuyla ancak ortaçağ kültürüne yahut da klasik kültüre uygulayabildiğimiz en yeni kategorilerdir; fakat ne edebiyat, ne siyaset, ne de felsefe ve bilimler, söylemin alanına, 19. YY´da eklemlendikleri gibi 17. ya da 18. YY´da eklemlenmezler. Her halükarda, bu bölünmeler daima düşünsel kategorilerin, sınıflandırma ilkelerinin, normatif kuralların, kurumsallaşmış tiplerin kendileridir. Bu söylem olgularının birbirleriyle elbette karmaşık ilişkileri vardır, fakat bu ilişkiler onların asli, yerleşik ve evrensel olarak bilinebilir karakterleri değildir. Bir başka ifadeyle, toplam miktarın maddi birliği, kendisine destek verdiği söylemsel birliğe nazaran zayıf, ikinci planda kalan bir birliktir. Fakat bu söylemsel birlik, kendi sırasında, tekdüze ve hep aynı şekilde uygulanabilir midir, Foucault bunu sorgulamaktadır.

Hiç kuşkusuz, suni olarak kurulmamış bir dilbilimsel sistem, sadece bir ifadeler birliği ya da bir söylem olguları koleksiyonu kullanmak suretiyle gerçekleştirilebilir, fakat o zaman da örneklik değerinde olan bu birlikten hareketle, gerektiğinde kendilerinden başka ifadeleri kurmak olanağını veren kuralları tanımlamak söz konusu olur. Uzun zamandır ortada bulunmuyor olsa bile, hiç kimse artık onu konuşmuyor olsa ve az rastlanan metin parçaları üzerinde onu onarmış olsak bile, bir dil daima mümkün ifadeler için bir sistem oluşturur, ki bu sınırsız bir başarı sayısına izin veren sınırlı bir kurallar bütünüdür. Kısacası, ona göre başlangıçta sorguluyor gibi göründüğümüz birlikleri yeniden bulmak söz konusuysa eğer, bütün kabul edilmiş birliklerin bu askıya alınışının sonuç olarak neye yarayabileceğini kendimize sormamız gerekmektedir.

Hakikat ve İktidar

Post-Marksistlerin tersine, Foucault´un Marksizm ile olan ilişkisini takip etmek kolay değildir. Bunun bir nedeni Foucault'nun farklı kuramsal geleneklerden esinlenen eklektik yaklaşımı ise, bir diğeri de Foucault'nun Marksizm ile doğrudan bir diyaloğunun olmamasıdır. Foucault'nun Marksizm üzerine yorumları ya çok dolaylıdır ya da karikatürize edilmiş bir Marksizm portresi çizen kısa değinmeler niteliğindedir. Foucault'nun ideoloji kavramı ile kendisinin yaklaşımı arasındaki farkı anlatan yorumu; “İdeoloji yaklaşımının kullanımı bana üç nedenden dolayı zor görünüyor.

Öncelikle ideoloji hep hakikat olduğu varsayılan bir şeyin karşıtı olarak durur. Şimdi bence problem, bir söylemde bilimsellik ya da hakikat kategorisi altına giren ile başka bir kategori altına giren arasındaki çizgiyi çizmek değil, kendi başlarına ne doğru ne de yanlış olan söylemlerin içinde tarihsel olarak hakikatin etkilerinin nasıl üretildiklerini görmektir. İkinci sorun, bana göre ideoloji kavramı, zorunlu olarak, özne düzeni diyebileceğimiz bir şeye gönderme yapar. Üçüncü olarak da, ideoloji kendisinin altyapısı, maddi temeli, ekonomik belirleyicisi vs. olan bir şeye karşı ikincil konumda durur.”

Foucault'nun eleştirilerinin bir kısmı, Marksizm içinde var olan sorunlu eğilimlere işaret etmektedir. Ancak tespit edilmesi gereken, Foucault'nun imasının tersine, bu eğilimlerin öncelikli olarak Marksist yaklaşımlar tarafından sorunsallaştırılarak tartışmaya açıldığı ve dolayısıyla Marksizm içinde ideoloji olgusuna tek değil, çeşitli kuramsal yaklaşımlar olduğudur. İkinci olarak da, bizzat Foucault'nun ideoloji/söylem kavramının kendisini bağımsız bir araştırma nesnesi olarak kurmasının ancak bu sorunların Marksizm içinde yapılmış tartışmalar dolayımıyla mümkün olduğudur. Foucault'nun sözünü ettiği hakikat ekonomileri ve teknolojilerinden ve de söylem ile iktidar ve kurumlar arasındaki ilişkiden analitik ve yöntemsel olarak farklı bir alana işaret etmez. Foucault'nun ideoloji kuramına ikinci eleştirisi, kendi deyimiyle, Marksizm'deki özne düzenidir. Foucault'ya göre özne, söylemi önceleyen değil, tam da söylemin içinde ve onun tarafından kurulan bir olgudur. Foucault ideolojiyi özne kuran bir süreç/olgu olarak gördüğünü belirtmektedir, yani işaret etmek istemiştir. Foucault söylemlerin oluşum süreçlerinden ve söylemleri mümkün kılan koşullardan bahsederken ve daha sonra söylem ve iktidar arasındaki ilişkilere bakarken toplumsal aktörlerden, kurumlardan ve iktidar mücadelelerinden söz etmek zorunda kalmaktadır.

Foucault'nun Marksist ideoloji kavramına yönelttiği bir diğer eleştirisi altyapı-üstyapı metaforuna ve altyapıya öncelik atfeden bir nedensellik anlayışına yöneliktir. Marksizm'deki bu altyapı-üstyapı modeline karşı eleştirisiyle ilgili olarak "Bütünlüklü ve basit bir nedensellik anlayışının yerine bağlantıların çok yönlü karakterini gösterecek bağlantı oyunlarını ikame etmek isterim.“ demektedir.

Son olarak, Foucault Marksizm'in ekonomizmini de eleştirerek Marksist yaklaşımların sınıf dışındaki farklı iktidar ve hakimiyet formlarını ikincil derecede önemli gördüklerini ve bu nedenle kendisinin ilgilendiği sorulara ilişkin bir çerçeve sunamadığını söyler. Bu eleştiri, ancak Marksizm'in kendi sorunsalı etrafındaki sınırlılığına gönderme yapar.

Marksizm'in toplumsal gerçekliği anlamada tek başına yetersiz kalacağını söylemek, onun sorunsalının anlamsız olduğunu söylemekten çok farklı bir şeydir. Böyle bir eleştiriden yola çıkarak farklı iktidar ve hakimiyet biçimlerinin toplumsal gerçekliği kurmadaki önemine vurgu yapmanın kapitalizm ve sınıf analizini önemsiz kıldığı sonucuna varmak ise, Marksizm'e atfedilen hataya düşmek olur. İktidarın, hakim ideolojinin ya da Foucault'nun deyimiyle hakikatin kuruluşundaki rolü Foucault'nun çalışmalarında merkezi bir öneme sahiptir. Bu bağlamda Foucault Hakikat ve İktidar isimli çalışmasında görüleceği üzere bütünsel sosyolojik ve eleştirel bir analizin peşindedir. Örneğin, haber metinleri üzerinde söylem analizi uygulanarak yapılan eleştirel çalışmalar Foucault´nun iktidarın söylemsel bağlar içerisinde kurulduğu ve dolaştığı fikrinden de faydalanarak, haber söylemi içerisinde egemen iktidar olgusunun nasıl ele alındığını ve işlendiğini göstermeyi amaçlayarak kitle iletişim araçlarının ardında da yer alan egemen ideolojiyi ve başat kültürel yapıyı gösterebiliriz.

Foucault “popüler, tekil, fikir birliğinden yoksun, boyun eğdirilmiş, sıradan insanların (savoir des gens)” bilgisiyle; “kılı kırk yaran, erüdüsyon yüklü (connaissance)” bilgiler arasına çizgi çekilmekte, hatta hakim ve mahkum ilişkilerinde bu kavramların betimleyiciliğine dikkat çekilmektedir.

Bilginin Arkeolojisi’nde Batının düşünce tarihi yapma biçimine karşı çıkan Foucault, bu bicimde tarih yapanların tini tek tek bireylerden geçerek kendinin bilincine varıyor gibi göstermesine karşı çıkar, ‘söylem’ adını verdiği bu öznelerüstü yapının belirli bir mekan ve zamanla sınırlandırılmış dönemlerde cağın tüm bireylerini belirlediğini, o cağın tinini şu ya da bu kişinin düşüncelerinin açığa vurmasının o öznelerin başarısı olmadığını, tinin sözcüsü konumunda yer alan kişinin yerinde başkalarının da olabileceğini söyler. “[Özne] farklı bireyler tarafından doldurulabilen belirli ve boş bir yerdir.” Bu söylediğini herhangi bir matematik kitabından söz ederek örnekler Foucault: “[Bir matematik] incelemenin bünyesinde, eğer ‘Bir üçüncüsüne eşit olan iki nicelik kendi aralarında eşittir’ gibi bir önermeye rastlanırsa, ifadenin öznesi, böyle bir önermeyi doğrulamak için her bireyin işgal edebildiği her hangi bir dil sistemi içinde ve her hangi bir yazım ya da sembolleştirme kuralı içinde nötr, zaman, uzay, şartlar bakımından ayrımsız, aynı durumdadır.”

Söylemsel Oluşumlar

İfadeler arasındaki ilişkileri betimlemeye giriştim. Bana önerilebilen ve alışkanlığın bana kazandırdığı bu birliklerden hiçbirini geçerli olarak kabul etmemeye özen gösterdim.

Hiçbir süreksizlik, eşik ya da sınır biçimini ihmal etmemeye karar verdim. Söylemin alanındaki ifadeleri ve bu ifadeler arasındaki mümkün ilişkileri betimlemeye karar verdim. Görüyorum ki, iki problemler serisi hemen kendini gösteriyor: birisi ifade, olay, söylem terimleri hakkında gösterdiğin çekingen kullanımlarla ilgilidir; ötekisi geçici ve gözle görülebilir grupların içinde bıraktığımız bu ifadeler arasındaki meşru bir biçimde betimlenebilen ilişkilerle ilgilidir.

Birinci hipotez: birbirinden farklı biçimlerinin içinde, zamanın içinde dağılmış halde bulunan ifadeler, eğer bir ve aynı nesneye bağlı iseler, bir birlik oluştururlar.

İfadeler arasındaki bir ilişkiler grubunu tanımlamak için ikinci hipotez: ifadelerin ard arda geliş biçimleri ve tipleridir.

Araştırmanın bir başka yönü, bir başka hipotez: oyuna sokulmuş bulunan sürekli ve tutarlı kavramlar sistemini belirlemek suretiyle, ifade grupları ortaya koyamaz mıyız? Her cümlenin genel ve normatif biçimi olarak tanımlanmış hüküm kavramı, adın en genel kategorisi altında yeniden gruplandırılmış böylece yeniden kurabiliriz.

olan özne ve sıfat kavramları, mantıksal bağ kavramının dengi olarak kullanılan fiil kavramı, vs. Klasik dilbilgisinin kavramsal yapısını Nihayet, ifadeleri yeniden gruplandırmak, onların ardarda gelişlerini betimlemek ve altlarında takdim edildikleri birlikli biçimleri açıklamak için dördüncü hipotez: temaların aynılığı ve sürekliliği. Polemiğe o kadar yatkın, felsefi ya da ahlaksal tercihlere o kadar açık, bazı durumlarda siyasi kullanıma o kadar hazır olan ekonomi veya biyoloji gibi bilimlerde belirli bir temanın ilk anda, bir söylem birliğini, yaşam için ihtiyaçları bulunan, yaşama iç gücüne ve olanaklarına sahip olan bir organizma gibi, kurmaya ve diriltmeye yetili olduğunu varsaymak uygun görünmekedir.

Nesnelerin Oluşması

a) İlkin, kütüklerin doğuşlarının ilk belirtilerine işaret etmek gerekir: nihayet gösterebilmeleri ve çözümlenebilmeleri için, rasyonellik derecelerine, kavramsal kodlara ve teori tiplerine göre, hastalık, akıl bozukluğu, sapıklık, bunama, nevroz veya psikoz, soysuzlaşma, vs. statüsü kazanacak olan bu bireysel farklılıkların birden bire ortaya çıkabildikleri yeri göstermek gerekir.

b) Ayrıca, sınırlama isteklerini betimlemek gerekir: tıb, 19. YY´da toplumda, deliliği nesne olarak ayırdeden, gösteren, adlandıran ve yerleştiren en büyük istek olmuştur, fakat o bu rolü oynayacak tek şey olmadı: adalet ve ceza adaleti, dinsel otorite, edebi ve sanatsal eleştiri c) Nihayet, özelleştirme kafeslerini çözümlemek gerekir. Söz konusu olan, farklı delilikleri psikiyatrik söylemin nesneleri olarak, kendilerine göre, birbirinden ayırdığımız, birbirinin karşısına koyduğumuz, birbirine bağladığımız, yeniden grupladığımız, tasnif ettiğimiz, birbirinden türettiğimiz sistemlerdir.

Genelleştirirsek, psikiyatrik söylem, 19. YY´da öncelikli nesneler yoluyla değil, fakat nesnelerini kendisiyle oluşturduğu, öyle de olsa çok dağınık bulunan, tarz yoluyla belirginleşir.

İfade Biçimlerinin Oluşması

İfade etmenin çeşitli kipleri sentezi ya da bir öznenin birleştirici fonksiyonunu ortadan kaldıracak yerde onun dağılımını gösterirler. Özne bir söylemi gerçekleştirdiği zaman çeşitli statüleri kazanabilir, çeşitli yerleri işgal edebilir, çeşitli durumları alabilir. Planların süreksizliğinden söz edilmesi bundan dolayıdır. Bu planlar eğer bir ilişkiler sistemiyle birbirlerine bağlanırlarsa, ilişkiler sistemi kendilikle aynı, sessiz ve her sözden önce olan bir bilincin sentetik aktivitesiyle gerçekleşmez, fakat söylemsel bir uygulamanın özelliğiyle gerçekleşir. Demek ki, bir ifade fenomenini söylemde görmekten vazgeçeceğiz, orada daha ziyade, öznelliğin çeşitli durumları için bir düzenlilik alanını arayacağız. Böyle anlaşılmış söylem, düşünen, bilen ve konuşan bir öznenin görkenli bir biçimde açılmış görünüşü değildir: tam tersine öznenin dağılışının ve kendisiyle birlikte süreksizliğinin belirlenebildiği bir bütündür.

Söylemsel bir oluşuma özgü nesneler rejiminin ne kelimelerle ne de şeylerle olacağı açıktır; aynı şekilde kabul etmek gerekir ki, ifadelerinin yönetiminin tanımlanması gereği ne aşkın bir özneye ne de psikolojik bir öznelliğe başvurmayla olur.

Kavramların Oluşması

Daha geniş bir ölçek alırsak ve dilbilgisi, ekonomi ya da canlıların incelenmesi gibi disiplinler ayar noktaları olarak seçilirse, ortaya çıktığını gördüğümüz kavramlar oyunu bu kadar kesin şartlara uymaz: onların tarihi, adım adım, bir binanın kuruluşu değildir. Potansiyel olarak bir dedüktif yapının içindeki kavramları yerine yerleştirmek istemekten daha fazla, onların göründükleri ve dolandıkları ifadeler alanının örgütlenmesini betimlemek gerekmektedir. Böyle bir sistem hakkındaki betimleme kavramların kendileri hakkındaki doğrudan ve dolaysız bir betimlemeyle ilgili olamaz. Kavramların tam listesini yapmak, genel olarak sahip olabildikleri özellikleri ortaya koymak, onları tasfiye etmeye girişmek, iç tutarlılıklarını ölçmek ya da karşılıklı uyuşabildiklerini kanıtlamak söz konusu değildir; çözümleme konusu olarak, bir metnin, bireysel bir eserin ya da verilmiş bir zamandaki bir bilimin kavramsal yapısını almıyoruz. Görünen bu kavramsal oyuna göre, geri çekilmede yerimizi alıyoruz: ve ifadelerin hangi şemalarına göre, bir söylem tipinin içinde birbirlerine bağlı bulunduklarını belirlemeye çalışıyoruz; böylelikle ifadelerin geri dönen elemanlarının nasıl yeniden ortaya çıkabildiklerini, birbirlerinden ayrılabildiklerini, yeniden birleşebildiklerini, gelişme ya da belirlenme kaydedebildiklerini, yeni mantıksal yapıların içinde yeniden ele alınabildiklerini, buna karşılık yeni semantik içerikler kazanabildiklerini, alanlarında kısmi örgütlenmeler oluşturabildiklerini göstermeye çalışmaktayız.

Stratejilerin Oluşması

Ekonomi, tıp, dilbilgisi, canlı varlıkların bilimi gibi söylemler tutarlılık, kesinlik ve oturmuşluk derecelerine göre temalar ya da teoriler oluşturan bazı kavram örgütlenmelerine, bazı nesne gruplarına, bazı ifade tiplerine yer verirler. Bu stratejilerin çözümlenmesi için, ayrıntıya girmek oldukça zordur çünkü daha önce tespit ettiğim farklı söylemsel alanlarda, hiç şüphesiz çok belirsiz bir biçimde ve özellikle başlangıçta, yeterli söylemsel kontrol olmaksızın, her defasında, söylemsel oluşumu bütün boyutları içinde ve kendi belirginliklerine göre betimlemek söz konusudur yani nesnelerin, ifade kiplerinin, kavramların, teorik seçimlerin oluşum kurallarını her defasında tanımlamak gerekmektedir. Ancak çözümlemenin zor noktasının ve en fazla dikkat gerektiren şeylerin her defasında aynı olmadığı görülmektedir.

Özetle, 1. Söylemin mümkün kırılma noktalarını belirlemek. Bu noktalar ilkin bağdaşmazlık noktaları olarak belirginleşirler: iki nesne ya da iki dile getirme tipi veya iki kavram, bir ve aynı ifadeler serisinin içine girebilmeksizin aynı söylemsel oluşumun içinde görünebilirler.

2. Ancak bütün oyunlar hakikaten gerçekleşmemiştir: ortaya çıkabilecek çıkamayacak olan daha pek çok kısmi bütünler, yerel uygunluklar, birbirleriyle tutarlı yapılar vardır. Varlık haline gelebilecek olan bütün bunların arasında gerçeklik kazanmış seçimleri açıklamak için, kararın özel isteklerini betimlemek gerekir.

3. Gerçek bir biçimde ortaya konulmuş teorik tercihlerin belirlenmesi bir başka isteğe de bağlıdır. Bu istek, söylemsel olmayan bir uygulamalar alanı içince incelenmiş söylemin yerine getirmek zorunda bulunduğu fonksiyonla ilkin belirginleşir.

Söylemsel bir oluşum, eğer kendisinde ortaya çıkan farklı stratejilerin oluşma sistemi tanımlanabilirse; bir başka deyişle, eğer onların tümü aynı bir ilişkiler oyunundan nasıl türedikleri gösterilebilirse, belirlenmiş olacaktır.

İşaretler ve Sonuçlar

Nesneleri oluşumunun ne kelimelerle ne şeylerle, ifadelerin oluşumunun ne bilginin saf biçimiyle ne psikolojik özneyle, kavramların oluşumunun ne idealliğin yapısıyla ne idelerin ard arda gelişiyle ilgili olmasının gerekmediği gibi, teorik seçimlerin oluşumunun da ne temel bir projeyle ne de kanıların ikinci dereceden bir oyunuyla ilgili bulunması gerekmez.

Söylemsel oluşumların çözümlenmesi alışılmış betimlemelerin çoğuna zıddır.

Gerçekte, söylemlerin ve onların sistematik düzeninin ancak en yeni durum olduğunu, dilin ve düşüncenin, emprik tecrübenin ve kategorilerin, yaşamın ve ideal zorunlulukların, olayların olumsallıklarının ve biçimsel baskıların oyununun yürürlükte bulunduğu uzun zaman isteyen dolambaçlı bir hazırlığın son anında ulaşılan sonuç olduğunu düşünmek alışkanlığımız vardır.

Tamamlanmış sistemin gerisinde, oluşumların çözümlenişinin keşfettiği şey kıpır kıpır olan, hayatın kendisi, henüz ele geçmemiş hayat değildir; sistemleşmişliklerin sınırsız bir yoğunluğu, çeşitli ilişkilerin sıkı bir toplamıdır. Ve üstelik, bu ilişkiler boşuna metnin kendi örgüsü olmuyor, onlar yaratılış bakımından söyleme yabancı değildirler. Metinden düşünceye, gevezelikten sessizliğe, dışarıdan içeriye, uzaysal dağılmadan anın saf murakabesine, yüzeysel çokluktan derin birliğe geçmeye çalışmıyoruz. Söylemin boyutu içinde kalıyoruz.

Söylemin Düzeni

Söze başlamaktansa, sözün beni sarıp sarmalamasını isterdim.

Konuşacağım sırada, kimliği bulunmayan bir sesin benden epey önce söze başlamış olduğunu farkedivermek ne hoş olurdu. Böylece, başlangıç olmayacaktı; ve söylemin kendisinden kaynaklandığı kişi olacak yerde, onun uzayıp gidişinin rastlantısallığında, zayıf bir boşluk, olası eriyişindeki bitiş noktası olacaktım. Pek çok kişide söyleme başlar başlamaz, onun öte yanında kalma arzusu vardır.

İnsanların konuşuyor olmasında ve de söylemlerinin sınırsızcasına çoğalmasındaki tehlike, Foucault´a göre, söylemin üretimi, her toplumda, bellisiz olagelişini dizginlemek, ağır, korkulu maddiliğini savuşturmak olan birtakım yollarla, hem denetlenmiş, hem ayıklanmış, hem de örgütlenmiş ve yeniden paylaştırılmıştır.

Yüzyıllar boyu Avrupa´da delinin söylediğinin ya hiç işitilmemiş olduğunu, ya da, işitildiğinde, ona bir hakikatin sesiymiş gibi kulak verildiğini saptamak oldukça garip gelmiştir Foucault´a.

Hiç kuşkusuz, bir söylem içinde, bir önerme düzeyinde yer alındıkça, doğru ve yanlış arasındaki paylaşım ne keyfidir, ne değiştirilebilirdir, ne kurumsaldır, ne de şiddete dayanır. Ama eğer bir başka basamakta yer alınacak olursa, söylemlerimiz boyunca, tarihimizin onca yüzyılını aşıp geçen o doğruluk istencinin ne idiği, durmamacasına ne olduğu, ya da çok genel biçimi içinde, bilme istencimizi yönlendiren paylaşım tipinin ne olduğu sorusu sorulacak olursa, işte o zaman belki de bir dışlama sistemi gibi bir şeyin biçimlendiği görülür.

Michel Foucault’ya göre, görünenin kendine özgü bir düzeni

bulunduğu gibi, söylenenin ya da söylemin de kendine özgü bir düzeni

bulunur. Foucault’nun Arkeoloji, Genealoji ve Etik kavramlarının belirlediği düşünce hayatının birinci, yani Arkeoloji evresinde kaleme alınmış en önemli eserinin adı Kelimeler ve Şeyler’dir. Burada “Şeyler” görünen, “Kelimeler” ise söylenen karşılığı olarak kullanılmıştır. Foucault için,

görüneni bilmek demek onu ifade birlikleri haline getirmek, yani söyleme

dönüştürmek demektir. Söylemin çok karmaşık bir gerçeklik olduğuna, ona farklı yöntemlerle ve farklı düzeylerde yaklaşmamız gerektiğine inanan Foucault, bilginin ve söylemin sistematik inşasını, toplumsal pratikle üst üste bindirilmiş dil sistemleri olarak kavramlaştırmıştır. O, söylemin

düzeni’nde bir söylemin kontrol altına alınması ve sınırlandırılmasının,

“yasaklanmış söz”ün, “deliliğin paylaşılması”nın ve “doğruluk istenci”nin yanı sıra, yorum, yazar ve konuşan özne olmak üzere üç yolunun bulunduğunu öne sürmektedir. Foucault, felsefe tarihi içerisinde söylemin gerçekliğinin ortadan kaldırılışının çok farklı biçimlerde ortaya çıktığını düşünmektedir. Bunun Batı toplumlarında, ya dilin boş kalıplarını doğrudan kendi niyetleriyle doldurmakla görevli modernitenin “kurucu özne teması” yoluyla ya da Logos’un imkân verdiği evrensel aracılık

teması” yoluyla olabileceğini ifade etmiştir.

Foucault asıl tahakkümün, bilimsel hakikat ve doğruluk rejimi üzerinden yürütüldüğünü iddia etmektedir. O, iktidarı bir ilişkiler ağı olarak tanımlamıştır.

Önemli olan iktidar ilişkilerinin kristalleştiği kurumlar değil, iktidar ilişkilerinin kendisidir. Dolayısıyla bazı kurumları, kurumların politikalarını ya da orada çalışan insanları değiştirmek, oradaki iktidardan kurtulmak için yeterli değildir.

Değiştirilmesi gereken iktidar ilişkilerinin doğasıdır. Bu durumda mücadelenin, kurumlara karşı değil, o kurumlarda geçerlilikte olan, onları meşrulaştıran söylemlerin hakikati söylüyor olma iddialarına karşı verilmesi gerekir. Bu da Foucault’nun çalışma biçimi ile, insanların kendi rızaları ile vazgeçtikleri bir takım pratikler ve deneyim biçimlerinden vazgeçmelerini sağlayan söylemlerin sorunsallaştırılması suretiyle yapılabilirdi. Peki bunu kim yapacaktır? Bunu yapacak olan, toplumun söylem hakkını meşru kıldığı aktörlerdir.

Foucault’ya göre, söylemin düzeni ile toplumun düzeni aynı şeydir ve mevcut düzenin sürdürülmesine tehdit oluşturabilecek söylemlerin gündeme taşınması, sistemin türlü aygıtları ile denetlenmektedir. En bilinen denetim yollarından biri yasaktır, yani her önüne gelenin her şeyi söyleme hakkı yoktur. Bir başka denetim yolu normalleştirme politikalarıdır. Normalleştirme politikalarıyla dışlananlar, konuşsa bile sözünün bir değeri bir ağırlığı yoktur, söyleminin yayılabilmesi, diğer insanlar tarafından duyulabilmesi imkanı yoktur. Söylemi denetlemenin bilinen bir başka mekanizması ise, bazı konuların tabu ilan edilmesidir. Ve sonuncusu ise doğruluk istencidir. Bu sayılan dışsal mekanizmaların yanı sıra, söylemi önemli bir sınırlama biçimi de içseldir. Bu, yaygın söylemin zamanla toplum tarafından içselleştirilmesi, kanıksanması ve artık sorgulanmaktan kurtulmuş olmasıdır.

Bir başka denetim ilkesi, disiplinlerin söylemi sınırlamasıdır. Bu kuralların sürekli yeniden güncelleştirilmesi suretiyle yapılmaktadır. Konu sınırlamasının yanı sıra söyleme erişecek kişilerin seyreltilmesi de söylemin denetiminde kullanılan stratejilerden biridir.

Söylemlerin devreye sokulduğu koşulları belirlemek suretiyle, söyleme erişebilecek kişiler belli kurallara uymaya zorlanarak, her önüne gelenin söyleme ulaşmasına izin verilmez, böylece söylemde bulunacak kişiler ayıklanır, seyreltilir. Söylemin düzeni kuramına daha ayrıntılı baktığımızda, söylemde bulunacak kişilerin ayıklanarak her önüne gelenin söyleme erişmesinin engellendiği görülmektedir.

Foucault’ya göre söylemin üretiminin en bilinen yolu ‘dışlama’ ve ‘sınırlama ve uyumlu hale getirmedir’. Burada önemli olan rızanın üretilmesinde etkin olarak kullanılan bu araçların iletişim etkinlikleri içerisinde çoklu iletişim aygıtlarını kullanarak toplumsal rızanın sağlanmasıdır. Rızanın sağlanmasında etkili olan devletin ideolojik aygıtları iktidarın söylemini kullanarak özneleri şekillendirir, anlamlandırmanın işlevlerinden birisi de söylemin başvurduğu bu öznelerin inşa edilmesidir.

Bu inşadan sonraki süreç ise, öznelerin ideolojik merkezlerce örgütlenmesi ve bilinçlerinin biçimlendirilmesidir, bu da ideolojiler arasında bir mücadelenin doğmasına neden olur.

Foucault ve İdeoloji

Larrain´e göre Foucault da 1960´ların başında yapısalcılıktan ve Marksizm´den yoğun bir şekilde etkilenmiş ve akıcılığı tekleştirdikleri için bunlara karşı çıkmıştır. Bir tarihçi olarak bir yandan bilgi biçimleri ve disiplinleri arasındaki zorunlu bağları, diğer yandan ise bireye yönelen baskıcı kurumları ve bunların işlevini açığa çıkartmaya koyulmuştur.

Foucault´un çalışmalarını Batı Marksizminin zorluklarına kuramsal bir yanıt olarak değerlendirmenin yerinde olacağını düşünen Larrain, Foucault´u Althusser ile kıyaslamanın öğretici olduğunu çünkü bu onların temel bazı kaygıları paylaştığını göstereceği için ikisi de bilgiye kuramsal pratikleri aracılığıyla yakından bağlıdırlar, ikisi de öznenin merkeze alınmasına karşı çıkarlar ve öznenin söylem aracılığıyla oluşturulduğunu düşünürler. Daha da önemli şekilde, ikisi de egemenliğin çeşitli biçimlerini teşhir etmek isterler. Ancak teorik farklılıkları çok önemlidir. Foucault bütünlük, alt ve üstyapı kavramlarına karşı çıkar ve ideoloji kavramının kendisi hakkında çok ciddi rezervleri vardır. İdeoloji ve bilim arasındaki ve bilgi ile iktidar arasındaki karşıtlığı kabul etmeyi reddeder ve iktidar sorunsalını sınıf tahakkümü ve devlet egemenliği alanının dışına taşır.

Foucault, genel tarih olasılığı ortaya çıktıkça bütünlüklü bir tarih olasılığının ortadan kaybolmaya başladığını öne sürerek, kesintiliğe, dağınıklığa ve farklılığa vurgu yapmıştır. İlk dönem çalışmalarında “özne” söylemsel bir kurmaca olarak gösterilmeye çalışılırken, daha sonraki çalışmalarında özne, bireyin kimliğinin, isteklerinin ve tininin biçimlendirildiği ve oluşturulduğu politik teknolojilerin bir etkisi olarak yorumlanır. Geç dönem çalışmalarında da, Foucault, tıpkı Nietzsche gibi, yeni öznellikler geliştirmeyi amaçlamış ve bunun olanaklılığına inanmak istemiştir: Özne hala söylemsel ve toplumsal olarak konumlandırılmış olarak kuramsallaştırılmıstır. Ancak, bu kez, bireylerin kendi kimliklerini tanımlama, kendi bedenleri ve arzuları üzerinde egemenlik kurma ve benlik teknikleri aracılığıyla bir özgürlük pratiğini yürürlüğe koyma gücüne sahip olduklarını ortaya koymak ve savunmak istemiştir. Gerçekten de “Arkeoloji”de Foucault, özneyi söylemsel bir inşa olarak görür. Ona göre söylem, içinde öznenin dağılmasının ve kendisiyle kopukluğunun belirlenebildiği bir bütünlüktür. Dolayısıyla, onun sesletim düzeni ne askın bir özneye ne de psikolojik bir öznelliğe başvurularak tanımlanabilir.

Foucault´a göre entelektüelin rolü, bundan böyle bütünün boğulmuş hakikatini ifade etmek için, kendisini bir şekilde onun önüne ve yanına yerleştirmek değildir; daha ziyade, onu bilgi, hakikat, bilinç ve söylem alanında, kendi nesnesi ve aracına dönüştüren iktidar biçimlerine karşı mücadele etmektir.

‘’Sınav insanları gözetim altında tutmayı sağlayan ve hiyerarşiyle onları standartlaştıran ceza tekniklerini bir araya getirir. Sınav nesne olanı köleleştirir; köle olanı nesneleştirir. Kendi değerini sınavla belirlemek "derebeyine teslim olmak"tan öte bir anlam taşımaz. '‘ diyen Foucault, iktidarın çağdaş işleyişinin adalet, yasa veya ceza ile değil, tekniki normalleşme ve kontrol ile sağlanmasına rağmen, iktidarın adli temsilinde cinsellik üzerine çoğu söylemin hala gündemde olduğunu tesbit eder. Yeni iktidar tekniklerine yapılan vurgu, onun gizli işleyişini açığa çıkartacak yeni bir iktidar kuramına gereksinim duyulduğuna işaret eder. Bu nedenle, “cinselliği yasa ve iktidar olmaksızın kralsız algılamak” için adli iktidar kavramından “özgürleşmek”i önerir. Böylece ideoloji eleştirisi yalnızca gizliliği ortadan kaldıran bir işleyiş olarak değil, aynı zamanda iktidara karşı etkili bir direnç geliştirmenin önkoşulu olarak yenilenmiş bir önem kazanmıştır. O halde en azından burada Fucault ideolojinin rolünü abartmakla eleştirdiği yazarlarla aynı noktaya gelmiştir, demektedir Larrain.

Foucault

indirgendiğini

anlama post-hümanist bir

vurgulamaktaydı.

çerçevede, modern dönemde bireyin ölümü metaforuyla, bireyin modern

teknolojiler tarafından üretilen bir nesne durumuna

biçimleri ihdas Hakikat ederek, hak özne, bilinç ve zihniyet inşasında da rol almışlardır.

söylemleri olmadan iktidarın işletilemez olduğunu düşünen Foucault´a göre bilgi de bu hakikat söyleminin yapı taşı ve ana birimidir ve bilimsel disiplinler kendi başlarına bilgi aygıtları ve yeni söylemi oluşturmuşlardır. Modern devletin yürütmeye çalıştığı en önemli proje, hak ve sorumluluklarıyla beraber üyelerini tam yurttaş konumuna taşımak, ülkeyi savunmakla beraber nüfusu denetlemektir. Foucault´ya göre bu çaba salt sosyal düzenleme veya denetimi aşan bir durumdur; bilimler marifetiyle birey, bir özne olarak inşa edilir. Bir anlamda sosyal bilimler, modern devlet için sadece toplumsal denetim imkânı sağlamamış, aynı zamanda uygun yurttaş-

Foucault´da söz konusu olan, hakikati her türlü iktidar sisteminden kurtarmak değil; hakikatin gücünü şu anda içinde etkili olduğu toplumsal, ekonomik ve kültürel hegemonya biçimlerinden kurtarmaktır.

Hakikatin ekonomi politiği beş önemli özellikle belirlenir. “Hakikat”, bilimsel söylem biçiminin ve bu söylemi üreten kurumların merkezinde ortaya çıkar; hakikat, sürekli ekonomik ve siyasi teşvik altındadır; hakikat, çeşitli biçimlerde, çok geniş çaplı bir dağılımın ve tüketimin nesnesidir; hakikat, birkaç dev siyasi ve ekonomik aygıtın yegane olmasa bile baskın denetiminde üretilip iletilir; en nihayetinde hakikat, bütün bir siyasi tartışmayı ve toplumsal çatışmayı ilgilendiren bir sorundur.

Özetlersek, siyasi sorun yanılgı, yanılsama, yabancılaşmış bilinç ya da ideoloji değil; bizzat hakikatin kendisidir. İşte bu da Foucault´un bakış açısından Nietzsche´nin önemini vermektedir bize.

Te

ş

ekkürler..