Transcript Gramsci ve hegemonya kavramı
FARKLI MARKSİZMLER
Kaynaklar: Ahmet Bekmen, «Marksizm» içinde Birsen Örs (der.) Modern Siyasal İdeolojiler Serpil Sancar Üşür, İdeolojinin Serüveni _____ _____ ___ __________ _______ 1
2
Gramsci ve hegemonya kavramı
Lenin tarafından sınıflararası bir siyasal ittifak stratejisi olarak kavramlaştırılırken Gramsci hegemonyayı
egemen sınıfın
bir egemen olma pratiği olarak tanımlar.
Gramsci’ye göre, toplumsal sınıfların çıkarlarının
ideolojik düzeyde
temsili mümkündür ve bu ilişkinin temelinde sınıfların
maddi çıkarlarından
hareketle tanımlanabilecek bir
dünya görüşünün
varlığı yatar. İdeoloji artık
negatif
değil,
pozitif
ya da
nötr
bir kavram, «toplumsal sınıfların dünya görüşü» olarak ele alınmaktadır.
3 İdeoloji, temel toplumsal sınıfların çıkarlarını ifade ettikleri ve bu çıkarların dolayımıyla siyasal alanda kendilerini tanımladıkları bir
temsiller düzeyine
dönüşmüştür.
Hegemonya, Gramsci’ye göre toplumun her kesiminde belirli bir üstünlük kurma olarak ele alınıyor. Aile, eğitim, sanat, din, günlük yaşam.... Bütün bunları kapsıyor.
4
Gramsci ve hegemonya kavramı
Egemen
olmak ile
hegemonik
olmak farklıdır Gramsci’ye göre. Devlet ancak hegemonya tesis edildikten sonra ele geçirilebilecektir.
“Hegemonya, kapitalist bir ekonomik sistemde temel bir sınıfın diğer müttefik sınıfları yanına alarak, karşıt ve tabi sınıf ya da sınıflarlar arasındaki
mücadele pratiği
içinde ulaşılan ve
nihai
olarak da
sistemin
bir bütün olarak yeniden üretimini olanaklı kılan bir
ideolojik sentezdir
”.
5
Gramsci ve hegemonya kavramı
Hegemonya, farklı ve karşıt sınıflar arasında
çatışma uyumun
yarattığı, doğrudan hiçbir sınıfın maddi çıkarlarına indirgenemeyecek bir
sentez
konumudur.
ve Buna bağlı olarak, hegemonik mücadele içinde kurulmuş
ideolojik öznelerin
açık, gözlenebilir bir
sınıfsal aidiyetleri
olamaz.
6
Gramsci ve hegemonya kavramı
İdeolojik özneler ortaya çıkan yeni
ortak irade
nin yarattığı
sınıflararası
öznelerdir. Hegemonyanın yaratılması, ortak iradeyi oluşturacak bir dünya görüşü yaratmak için
ideolojik alanın
dönüştürülmesidir.
Bu anlamda ideoloji,
özneleri
pratiktir.
oluşturmaya yönelik bir
7 Ortak irade, hem
tarihsel
özgüdür. bir biçimleniştir, hem de
sınıfa
Eklektik ve bütünlükten yoksundur; sistematik değildir; çelişkili düşünceleri barındırabilir. Daha önceki ideolojilerden ve sosyal sınıflardan alınmış bir bilgi hazinesi oluşturur.
Kozmopolit, karma, önyargılar ve sezgiler içeren bir yapıdadır.
8
Gramsci ve hegemonya kavramı
Öznelerin kurulma pratiği olarak hegemonya, farklı sınıfların dünya görüşlerinin “
eklemlenmesi
”dir (articulation ). Yöneten sınıfla yönetilenler arasında bir tür
ideolojik homojenliğin
kuruluşudur.
Bu durumda, hegemonik ideoloji nihai olarak egemen sınıfın egemenliğini nasıl yeniden üretir?
9 Çimento görevi gören
eklemleyici ideolojik öğeler
, daima temel ekonomik sınıfın maddi çıkarlarının ve dünya görüşünün ifadesidir. Hegemonik ideoloji, bir ideolojik içerme ve özümseme olarak bu temel sınıfsal ilke etrafında
farklı sınıfların dünya görüşlerine ait öğelerin
bir eklemlenmesidir.
Bir toplumsal sınıfın
hegemonik bir egemenlik
geliştirebilmesi, kapitalizmin yapısal bir özelliği olmaktan çok, kapitalist yapıların ekonomik olarak temel olan sınıflara sunduğu bir ideolojik iktidar olanağı.
Gramsci ve hegemonya kavramı
10
Organik ideolojiler
: belli bir toplumsal yapıda bütünlüğü sağlamak için gerekli olan
bilinç formlarını
tanımlar ve
toplumsalın devamı
anlamında varlığı yapısal bir zorunluluktur.
Keyfi ideolojiler: kişisel spekülasyonlar olarak tanımlanabilecek tasarımlardır.
Organik ideolojiler,
iktidarını sağlayan ve bu iktidar etrafından toplumsal bir
bütünleşmeyi
kapitalist bir toplumda egemen sınıfın olanaklı kılan ideolojik yapılanma.
Gramsci ve hegemonya kavramı
11
Tarihsel blok.
toplumsal pratikler ile çok sayıda olası ideolojik form arasından Belli bir toplumsal momentte, maddi
ideolojik sınıf mücadelesinin
belirlediği bilinçliliğin oluşturduğu
somut
momente özgü
bütünlük
.
ve sadece bu belli tarihsel Yani belli bir maddi toplumsal pratik düzeyine tekabül edebilecek sonsuz sayıda ideolojik form vardır. Belli bir maddi toplumsal pratik düzeyine denk düşen bir tarihsel blok formu yoktur; kurulmuş olan bir tarihsel bloğun da sürgit varolabileceğinin garantisi yoktur.
12
Gramsci ve hegemonya kavramı
Kapitalist üretim pratiği sadece bir
eğilim
olarak hegemonik bir ideolojik formasyonu empoze eder. Fakat bunun kurulması, ideolojik pratik içindeki toplumsal grupların karşılıklı
çatışma
ve
uzlaşma
pratiklerine bağlıdır. Belli bir tarihsel bloğun kuruluşu yapısal bir zorunluluk değil, bir eğilim, dinamik bir süreçtir.
13 Gramsci,
aydınlara
ideolojiyi yaratmakta önemli bir rol yükler.
Geleneksel entelektüeller
: yanlış biçimde kendilerini toplumsal sınıflardan özerk sanırlar. Yazarlar, ressamlar, filozoflar, din adamları… Kendilerine hayat veren üretim tarzı yok olduğu halde varlıklarını sürdürmektedirler. Tarihsel anlamda can çekişen sınıfa bağlıdırlar ama yine de belli bir özgürlüğe sahipmiş gibi davranırlar.
Zamanlarının çoktan geçmiş olduğunu gizlemek için idealist bir ideoloji üretirler. Tarihseldir.
14
Gramsci ve hegemonya kavramı
Organik entelektüeller.
etme iddiasında olduğu Sosyolojik bir kavramdır. Ne kadar organik olduğunu, üyesi olduğu örgütün temsil
sınıfa
yakınlığı belirler. Kendi sınıflarının kolektif bilincini, ideolojisini, siyasal, toplumsal, ekonomik düzlemde dile getirirler.
Aydınlar
kilise, devlet (yönetici blok adına işgörür), politik partiler, basın sayesinde temel sınıfların birinin kendiliğinden desteğini sağlamak için sürdürülen
mücadelede
öncü bir rol oynarlar.
Gramsci ve hegemonya kavramı
15 Hegemonyanın kuruluşunun farklı yolları olabilir: muhalif aydınları
devşirme
,
tarafsızlaştırma
, muhalif politik gündemi kendi
gündemine
aktarma bunun yollarından birisidir.
Bir diğeri ise toplumun tümüne entelektüel ve moral
liderlik
yapmadır.
16 İlkinde, müttefik veya muhalif grupların etkin öğelerini içine çekme, tarafsızlaştırma, etkisizleştirme, dejenere etme gibi pasif konsensus söz konusudur İkincisinde,
toplumun aktif biçimde
oluşan
ulusal popüler irade
katılmasıyla olarak hegemonya söz konusudur. Bu tür hegemonyada toplumun tüm kesimlerinin çıkarlarının şu veya bu şekilde
hegemonik alanda
temsil ediliyor olması önemlidir.
17
Gramsci ve hegemonya kavramı
Hegemonya ideolojik bir mücadele içinde tanımlanıyorsa, o zaman
karşı-hegemonya
dan da söz edilebilir. Karşı hegemonya, yönetici sınıfın ihmal ettiği genel kültür alanında yürütülecek
ihmal edilmiş
alanıdır.
ideolojik
ve
siyasal
yeniden anlamlandırmanın ürünü olabilir. Kültürün değerleri, gelenekleri, konuşma biçimleri, ritüelleri karşı hegemonyanın kurulma
18
Gramsci ve hegemonya kavramı
İşçi sınıfı
da kendi hegemonyasını kurmak için mücadele etmelidir. Bütün toplumun çıkarlarının temsilcisi olarak ortaya çıkmalı; işçi sınıfı
entelektüelleri
proleter bir karşı hegemonya kurmalıdır.
Bunun için, ilk olarak sistemin karşısında duracak ve daha sonra da işçi sınıfının
organik aydınları
haline gelecek
yarı-aydınların
devşirilmesi gereklidir.
19
Gramsci ve hegemonya kavramı
Zor aygıtının ötesinde, iktidar
rıza
ya da dayanıyor. Batı toplumlarında bu rızanın toplumun
bütününe yayılmış
kurumsal mekanizmalar aracılığı ile üretildiği noktasında Gramsci ve Althusser hemfikir.
Bu noktada,
parti
ye önemli bir rol atfeder. Parti devlet iktidarını ele geçirmenin yanında ideolojik bir kültürel mücadele vermelidir. Doğudan devlet iktidarına mühadale etmeden önce, sivil toplumun birçok alanında bir
karşı kültür
oluşturulmalıdır. Bunun yolu ise “bir eğitim kurumu olarak”
partidir
!
20
Gramsci ve hegemonya kavramı
İşçi sınıfı devrimi gerçekleştirebilmek için önce
hegemonik
sınıf olmalı. Yani aile, eğitim, sanat, din, günlük yaşamı kapsayacak bir toplumsal üstünlük oluşturmalıdır. Hegemonik olmazsa ancak «
egemen
» olabilir.
21
Gramsci ve hegemonya kavramı
Lukacs , burjuvazinin üretim ilişkilerini kendi hakimiyetini
doğal
gösterecek biçimde örgütleyerek toplumun kendi iradesine
rıza
göstermesini sağladığını belirtmekteydi.
Gramsci de
hakim sınıf
ın dünya görüşünün entelektüeller kanalıyla yayıldığını söyler. Böylece bütün toplumun
ortakduyusu
(common sense) haline gelir.
Örneğin
bürokratik
ve
teknokratik
rasyonalizm işçi sınıfının yenilikçi ya da yaratıcı girişimlerini bastırma işlevi gören
kapitalist hegemonyanın
parçasıdır.
Gramsci ve hegemonya kavramı
Hakim sınıf, tahakkümünü sürdürmek için genelde zora başvurmaz. Batının burjuva demokrasilerinde kapitalizmin hala nasıl ayakta kaldığı sorusunun yanıtı da buradadır. Burjuvazi, bu tür bir kültürel hegemonyaya sahipken
proleter devrim
de imkansızdır.
23
Gramsci ve hegemonya kavramı
Gramsci SSCB’yi de önce
devrimin
yapılıp sonra hegemonyanın ele geçirilmeye çalışılması noktasında eleştirir.
Devrim öncesi dönemde, hegemonya devrimci sınıfların devlet de burjuvazinin elinde olabilir. Rusya’da ise, işçi sınıfı hegemonik üstünlük kazanamamıştı. Hem devlete, hem sivil topluma hakim olan egemen sınıf vardı ve devlet, sivil topluma egemen olan hegemonyayı destekliyordu.
Gramsci durumun Çin devriminde farklı olduğunu, önce işçi sınıfının hegemonyayı ele geçirdiğini, bunun devrimin başarısı için gerekli olduğunu belirtir.
Gramsci ve hegemonya kavramı
24 Sivil toplum ve devlet arasında kurduğu ilişkiyi
tarihsel blok
aracılığıyla «
hegemonya
»ya bağlar.
kavramı
Devlet
ile
sivil toplum
alanının esas olarak
iki farklı tür iktidar
ilişkisine karşılık geldiğini iddia eder.
Devletin,
zora
alanı ve siyasal egemenliğe, yani diktatörlüğe dayalı iktidar Ve sivil toplumun
rızaya
dayalı hegemonya alanı.
Temel soru, nasıl olup da kapitalizmin baskı ve şiddet içeren boyutunun yanı sıra, bu baskıyı meşru ve görünmez kılarak
sivil toplum alanında
kitlelerin onayına dayalı bir
entellektüel
ve moral egemenliğe olanak sağladığı.
25
Sivil Toplum:
devletin resmi ilişkilerinin dışında gelişen, üretim etkinliğinin dışında kalan ve özel olarak adlandırılan kurumların hepsini kapsamaktadır.
Felsefi, edebi, sanatsal, kültürel vb., partiler ve basın gibi örgütlenme ve birlikler… Toplumsal pratiklerin alanıdır ve esas olarak entelektüel ve moral düzeyde
ideolojinin
işleme alanıdır.
26 İdeoloji, sadece üstyapısal alanda işleyen toplumsal bir pratik olmaktan çok, üretim süreçlerinin şekillenmesinde işlevsel olan, bu sayede
altyapı
ile
üstyapının
uyumunu sağlayan
temel
toplumsal pratiktir.
Gramsci ve hegemonya kavramı
27
Organik Kriz
: Kapilatist toplumda, hegemonik sınıf bir krize girecektir.
Rızaya dayalı
sistem çökmeye başladıkça, egemen sınıf da sertleşecek, baskıya dayanacaktır. Organik kriz, sistemin temeliyle ilgilidir. Kronikleşmiş, yapısaldır. (Türkiye’deki işsizlik buna örnek verilebilir).
Ancak organik kriz, her zaman
hegemonik krize
yol açmaz. ( Gramsci’ye göre hegemonik krizin ilk belirtisi
koalisyonlar
dır.)
28 Organik hareketler, sistemin temelinden gelen hareketlerdir. Bir de
konjonktürel
hareketler vardır. Bunlar krize yol açmayan, geçici, dönemsel hareketlerdir. Organik hareketlerse eninde sonunda krize yol açarlar.
Gramsci ve hegemonya kavramı
29 Hegemonik kriz, bir ülke için üç sonuç yaratabilir: 1.
Egemen sınıf, eski hegemonyasını yeniden kurabilir. Bu organik bir çözümdür.
2.
Tabandan gelen hareket, iktidara el koyabilir ve böylece
devrim
ortaya çıkar.
3. Sezarizm
: yöneten sınıf yönetemez hale gelirse, tabandan gelen de yönetime el koyacak güçte değilse üçüncü bir güç devreye girer; iktidarı ele geçirir. Bu geçici bir çözümdür. Bonapartist iktidar olarak da adlandırılır. Bunlar, kapitalizme uzun vadede hizmet etse de kapitalist sınıfa doğrudan söz hakkı tanımaz; iki sınıf da bastırılmıştır.
30
Laclau- hegemonya ve eklemlenme
Altyapıda sınıfların varoluş tarzı ile üstyapıda ideolojik/politik öznelerin belirlenişi arasındaki ilişki Althusser’den sonra da tartışılmaya devam eder. Ernesto Laclau, toplumsal sınıfların ideolojik ve politik düzeyde
zorunlu
bir varoluş tarzının olmadığını belirtir.
Yani kapitalist toplumsal formasyonun ideolojinin sınıfsal karakterini belirleyen özgül bir mekanizması yoktur.
Laclau, indirgemeci olmayan bir ideoloji kuramlaştırması arayışında. Bu yönüyle üç temel sav geliştirir:
31 1.
Bir ideolojinin sınıf karakterini onun içeriği değil,
biçimi eklemlenme
süreci içinde var olurlar. verir. Sınıflar bir Bir ideolojik
söylemin
çıkar. Örneğin milliyetçiliğin kendiliğinden bir sınıf çağrışımı yoktur. Ancak diğer ideolojik öğelerle sınıf karakteri özgül eklemlenme ilkesinde ortaya
eklemlendiğinde
sınıfsal bir ifade bulur.
2. Eklemleme
, üzerinde sınıfsal pratiklerin işlediği hammaddeleri oluşturan sınıfsal olmayan içerikleri (çağırmaları –interpellation- ve çelişkileri) gerektirir. Egemen sınıfın ideolojisi sadece o sınıfın üyelerini değil, ezilen sınıfların üyelerini de «
çağırır
». Böylece bunların direnişlerini ifade eden ideolojik içerikler kısmen
özümlenir
ve
etkisizleştirilir
.
Bunun başlıca yolu ise dönüştürmektir. Hegemonya, farklı dünya görüşlerinin potansiyel antagonizmalarını
antagonizmayı eklemleyerek
basit bir kurulur.
farka
Egemen sınıf, kendi hegemonyasını iki yoldan uygular: 1.
Sınıfsal olmayan çelişki ve adlandırmaları kendi sınıf söyleminde
eklemleyerek
2.
Ezilen sınıfların ideolojik ve politik söylemlerinin bir parçasını oluşturan içerikleri
özümleyerek
3.
Bireyler, tümü sınıfsal çelişkilerden ibaret olmayan bir
çelişkiler birikiminin
taşıyıcıları ve kesişme noktalarıdır. Yani bir toplumda
sınıflarla
birbiriyle
çakışmak
ampirik olarak gözlemlenebilen
gruplar
zorunda değildir.
33 Laclau, popülizm, faşizm, milliyetçilik gibi modern siyasal ideolojilerin oluşumunu, kendileri doğrudan
sınıfsal içerik taşımayan
popüler/demokratik
çağırmaların
farklı
sınıfsal aidiyetler
oluşturabilecek şekilde eklemlenmesi ile açıklar. Bu yönüyle popüler/demokratik adlandırmaların belli bir sınıf içeriği yoktur; soyut, hatta
nötr
ideolojik malzemelerdir ve birden fazla sınıfın söylemine yerleştirilebilir.
İdeolojik
mücadele
de burada ortaya çıkar. Antagonist sınıflar popüler ideolojik öğeleri eklemleyerek kendilerini ideolojik ve politik düzeyde temsil etmeye çalışırlar. (örn. Vatanseverlik)
Laclau- hegemonya ve eklemlenme
Siyasal ideolojiler, ister sınıflardan bağımsız olsunlar, isterse bir sınıf ideolojisiyle eklemlensinler, hiçbir zaman sınıf ideolojilerine indirgenemezler. Siyasal ideolojilerin zorunlu sınıf aidiyetleri olamaz. Ancak ideolojik alandaki temel devinimi yine de
sınıf mücadelesi
belirler.
35
Laclau- hegemonya ve eklemlenme
Toplumsal
özneler
, ideolojik söylem tarafından,
söylem
kurulur ve oluşturulur. içinde Bu yönüyle homojen bir özne, ekonomik çıkarlarının farkına vararak ideolojik alanda bunu temsil eden bir özne değildirler. İdeoloji yerine söylem kavramını kullanmaya başlar.
Toplumsal kimliğin belirlenmesi, sonsuz sayıda anlamsal fark arasında bir «
sabitleme
» oyunu, yani söylemin kuruluşudur.
36
Laclau-Mouffe: Hegemonya ve Sosyalist Strateji
Toplumsal bütünlük olanaksızdır. Toplumsal olan ancak söylemin «
eklemleme
» ve
dikişleme/teğelleme
(suture) yoluyla oluşturduğu, kaçınılmaz olarak
kısmi
ve
geçici
bütünsellik anlamında mümkündür.
Söylem, sonsuz farklı konumun alanı olan ve anlamı nihai olarak sabitlemenin olanaksız olduğu toplumsal alanda,
anlamın kapatılması
çabasıdır.
Laclau-Mouffe: Hegemonya ve Sosyalist Strateji
Toplumsal olan, anlamlar üzerinde yürüyen sonsuz sayıdaki
mücadelenin
alanıdır; hiçbir söylemsel pratik toplumsal anlamların bütününü tek bir anlamsal merkez etrafında eklemleyemez.
Bu nedenle toplumu bir bütünlük olarak değil, birleştirilmişlikler olarak ele almak gerekir.
Özneler, söylemsel süreçte sürekli yeniden ve parçalı biçimde tanımlanmaktadır.
38
Laclau-Mouffe: Hegemonya ve Sosyalist Strateji
Hegemonik pratik, olan anlamsal alanında var olur ve farkları anlamsal bütünlüklere çevirmeye çalışır.
dikişleme
(suture) yoluyla toplumsalın açık Söylem, farkların sonsuz akışı içinde onları yakalayıp bir
anlamsal merkez
oluşturmaya çalışarak söylemsel alanda egemen olma çabasıdır.
Laclau-Mouffe: Hegemonya ve Sosyalist Strateji
Sınıf aidiyeti olmayan
çoğul kimliklerin
toplumsal mücadelesi ve bu mücadelelerin birleştirilmesiyle kurulacak bir
radikal demokrasi
stratejisi mümkün. Bu mücadele içinde
sınıfsal öznelerin
ayrıcalıklı konumları yok; cinsiyet, ırk, etni gibi kategorilere dayalı
kimlikler
ve çevreci, nükleer karşıtı, barış yanlısı gibi hareketleri de
eklemleyebilecek
çoğulcu toplumsal kimlikler söz konusu.
Laclau-Mouffe: Hegemonya ve Sosyalist Strateji
40
Egemenlik
ve
tahakküm
içinde engellenme, bastırılma, çarpıtılma, dışlanma olarak değil, söylem aracılığıyla , ideolojinin devreye girdiği süreçler
uyumlu
ve
itaatkar
öznelerin yaratılması olarak tanımlanır.
Bütün toplumsal ilişki ve çelişkiler, özneler de dahil olmak üzere
söylem içinde
oluşur. Bu çelişkiler, gerçek nesneler arasında değil, söylemin tanımladığı nesneler arasındaki farklarla belirlenir. Çünkü toplumsal özne, ancak söylemin içinde oluşur.
41
Laclau-Mouffe: Hegemonya ve Sosyalist Strateji
Öngördükleri radikal demokrasi modeli, politik alandaki
muhalif kollektif özneleri
gerekli görür. Özne, söylem içinde kurulan ise söylemi kolektif, radikal özneler kurmaya iten neden nedir? Toplumsal bütünlük tarafından empoze edilen yapısal/sınıfsal bir neden tanımlayamıyorsak, toplumsal iktidara karşı çıkmayı hangi özne, neden isteyecektir? Her şeyi kuran söylem ise söylemi kuran nedir?
İktidara karşı olan sınıfsal, etnik, cinsiyete dayalı kimlikleri eklemleyerek radikal demokrat özneyi kuracak söylem nerede ve nasıl oluşacaktır?
42 Getirilen temel eleştirilerden biri Marksizmin temel kavramları olan üst belirleme ve hegemonyayı Markizme karşı kullanırken yalın bir
çoğulculuk
çıkmazına girdikleri.
Söylemsel olanın dışında
söylemsel olmayan
reddetmesi.
bir alanı tanımlamayı Toplumsal olanı
söylemin kuruluşuna
indirgedikleri için hegemonyayı kuracak olan, söylemsel eklemlenmeyi gerçekleştirecek olan
kolektif öznenin
kim olduğu ve nasıl oluştuğu sorusuna tutarlı bir yanıt verememektedirler.
43
Foucault’nun söylem kuramı
Althusser’e benzer biçimde,
söylem
ile
iktidarın
kuruluş sürecinin aynı olduğunu, iktidarın bir
söylem
olarak bireylere geldiğini ve onları özneler haline dönüştürdüğünü söyler.
Söylemin kendisi bir iktidardır ve bir iktidar etkisi olmayan söylem söz konusu olamaz.
Söylem bu iktidarı,
bilginin üretilmesi
sayesinde yaratır.
Foucault’nun söylem kuramı
Klasik ideoloji kavramında, özneler önceden kurulmuş varlıklar olarak, maddi/nesnel yapıdan türetilen çıkarlarının bilincine varabilir ve bu bilinci ideolojik ifadelere tercüme edip iktidarı ele geçirebilirler. Postyapısalcı yaklaşım ise toplumsal bir pratik olarak
dil kullanımının
ortaya çıkardığı
söylemin
, kendi dışında hiçbir belirleyiciye gereksinimi olmadan, özerk ve kendi kendini belirleyen olarak tanımlandığını varsayar.
45
Foucault’nun söylem kuramı
Foucault’nun söylem kuramı, iktidar kavramının tanımında radikal bir değişim önerir. Geleneksel iktidar anlayışı, bilginin doğruluğunu çarpıtan, bu nedenle doğru ve özgür bir bilimi olanaksız kılan bir ilişki olarak varsayılır. Foucault ise iktidarın bilginin üretiminden ayrılamayacağını savunur.
Bilgi, iktidarın yokluğunda üretilemez. Aksine, bilgi durmaksızın
iktidar etkisi
üretir.
Foucault’nun söylem kuramı
İktidar, devlette, bireylerde ya da ekonomik güç ilişkilerinde değil, toplumsalın
kılcal damarlarındaki
stratejilerde ve
disiplin
tekniklerinde bulunur. Sahiplenilen, ele geçirilen ve korunan bir şey değil, pratikler boyunca tecrübe edilen, yaşanılan bir şeydir.
İktidar şeyleri tanımlayan, arzunun ne olduğunu öğreten, bilgiyi biçimlendiren ve söylemi üretendir. Zevki, bedeni, hayatı, anlamı tanımlayandır. Devletin altına ve ötesinde, beden,cinsellik, aile, akrabalık, bilgi ve teknoloji olarak işler.
47
Foucault’nun söylem kuramı
İktidarın ne olduğunu değil,
nasıl oluştuğunu
sorgular. Bireylerin eylemlerini, davranışlarını, söylemlerini, öğrenme biçimlerini ve gündelik yaşamlarını belirleyen
kılcal damarlardır
güzelliğinin tanımlanıp yüceltilmesi vb.
... İktidar bedenlere yatırım yapar, sağlık, spor, kas geliştirme, çıplaklık, beden 18. yy.dan bu yana okullar, hastaneler, kışlalar, fabrikalar, aileler ve kentlerde geliştirilen
disiplin teknikleri
iktidarın bedenler üzerinde kurulmasını sağlamıştır.
Beden, bilginin nesnesi, iktidarın alınıdır. İktidarın üretilmesi, bilginin üretilmesidir; bu da
disiplin yoluyla
bedeni
üretken
, uyumlu ve yararlı kılma sürecidir. Disiplin bedenin
nesnelleştirilmesidir
.
48
Disiplin teknikleri:
Hiyerarşik gözlem ( olanağı yaratır.
panoptikon
): Bu gözlem, bedenin her an gözlenebilirliği ile elde edilen bilginin iktidarın alanına taşınması
Normalleştirici yargı
: bedenin, zamanlama, edimlerin denetimi, davranışların düzenlenmesi, konuşmanın belirlenmesi, cinselliğin normlandırılması gibi alanlarda üretilen
normal tanımları
ile belirlenmesi.
Sınama:
beden hakkındaki bilgilerin veri, doküman ve dosyalar haline getirilerek nesneleştirilmesi.
49
Ayırma pratikleri:
Öznenin
nesnelleştirilerek
üretimi. Deli-akıllı, hasta-sağlıklı, serseri efendi, yoksul-zengin, tembel çalışkan... Bu ayrım normal olan ile olmayanın tanımlanmasını sağlar. İnsan bilimleri bu işlevi görür.
Bio-iktidar:
insanların bedenlerinin, kendileri tarafından
anlamlandırılabilme
tarzlarını belirleyen pratikler.
50 Her söylem, kendi doğruluk mekanizmasını ve kriterlerini kendi oluşturur. Özne, kendinden bilinçli, doğruların yazarı bir özne değil. Söylem içinde bireyler tarafından işgal edilebilecek bir
mevki
. Özne bilinci aracılığıyla değil, bedeni aracılığıyla, iktidar pratikleri tarafından şekillendirilir.
İktidar, başsız ve sonsuz bir süreç olarak toplumsalın içinde hep mevcuttur. Kaçış olanaksızdır. Foucault’da söylem, özneyi, bilgiyi ve iktidarı atmosferi olarak varolur ve her şeyi kendi içinde, başı sonu olmayan bir devinimle yaratan bir oluş durumudur.
sarmalayan
bir anlamlar
51 Dünyayı bütün yönleriyle açıklamaya çalışan her türden evrensel kuramsallaştırmaya karşı.
Nietzche’den esinlenmiş, GENEOLOGY (soykütüğü) adını verdiği tarih görüşü ile «şimdi»yi «geçmiş»ten ayırarak, geçmişi şimdiden kopararak şimdinin meşruluğunu kaldırmaya yönelmiştir. Bunun için geçmişin sıradışılığını tanıtlamaya, geçmişi şimdinin yetkesinin altını oyarak öykülemeye yönelmiştir.
52 Foucault’nun benimsediği Nietzcheci tarih anlayışı şimdiyle başlar, belli bir ayrıma varana dek zamanda geriye doğru gider. Sonra ayrımın yarattığı dönüşümün izini sürerek tekrar ileriye doğru yönelir. Bunu yaparken de bağlantılar ve bağlantısızlıkları korumay özen gösterir.
Bugün verili kabul edilerek kabul edilen görüngülerin ussallığını çürütmek için sıradışı söylemleri, uygulamaları araştırır. Geçmişin iktidar yordamını ayrıntılarıyla araştırarak geçmişin usdışı olduğunu ileri süren güncel iddiaları çürütür.
Foucault’nun tarihyazımı anlayışı geçmiş ile şimdi arasındaki gediğe odaklanır.
53 Soykütüksel çözümleme geleneksel tarihsel çözümlemeden belli noktalarda ayrılır: Geleneksel tarih, olayları büyük açıklama dizgeleri ve çizgisel süreçler içerisine sokmak yoluyla önemli tahirsel olaylara ve kişilere yönelir.y Tarihsel çalışmaya bir başlangıç noktası olabilecek belgeleri araştırır.
Soykütüksel çözümleme ise tarihin gözardı etmiş olduğu, görülmeye değer bulmadığı tek tek olaylara döner. Gerekli bilimsellik düzeyinde olmadıkları için değersiz bulunan bilgilere odaklanır.
54 Bunlar, mücadelelerin tarihsel bilgisinin kurulmasına olanak tanıyan, bu bilgileri günümüzde bir taktik olarak kullanılabilir kılan alimane bilgiler ve yerel anılar birliğidir. Soykütükler, doğru bilgiler adına bütüncül bir kuramın süzgecinden geçirilen, sıradüzene sokulan, düzenlenen birtakım yerel, kesintili, meşru olmayan bilgilerdir.
Bu yönüyle, soykütük bir eleştiri biçimidir. Herhangi bir olayın ardında yatan etkenlerin çeşitliliğini gözler önüne sermeye çalışırken belli bir tarihi başlangıç noktası olarak almayı reddeder. Geçmişi yapılandıran kesintiye uğramamış değişmez süreklilik biçimlerine yer vermez.
Yapıtlarının en temel özelliklerinden biri, özgül kurumların ortaya çıkışının izini sürmek yoluyla genel bir tarihsel düşünceye eğilmesidir.
55 İlk çalışmalarında toplumbilimlerinin gelişimiyle ilgilenir. Toplum ya da insan bilimlerinin tarihsel olarak nasıl olanaklı oldukları, ne gibi sonuçlara yol açtıkları sorularına yanıt arar. Çalışmaları 18. yüzyıla odaklanır. Usun dışladıklarıyla ilgilenir: Delilik, rastantı, kopukluk... Suç ve günah yazınına odaklanır.
Delilik ve Uygarlık
(Türkçesi Deliliğin Tarihi) adlı yapıtı 17. yüzyılda toplumsal bir sorun olarak devletin sorumluluk alanına giren deliliğin yoksulluk, işsizlik ve çalışamayacak durumda olma düşünceleriyle birlikte algılanmasının altında yatan nedenlere odaklanır.
56 Bosch, the ship of fools Rönesans boyunca deliler tolayca gezinip dolaşarak yaşamaktaydı. Bir süre sonra şehirler onları sınırlarının dışına sürer ve açık yurtluklarda gezinmelerine izin verilir. Bir gemiye doldurulup gemicilerin insafına bırakılırlar... Deli gemileri limandan limana karaya çıkmadan dolaşır.
Yüzyıllar içinde bu gemilerin yerini «deli evleri» alır.
17. yüzyıldan itibaren deliler «kapatılır». Foucault bunun nedenini 17. yy.’ın ikinci ylarısında Avrupa kültürüne özgü bir toplumsal duyarlılığın ortaya çıkmasıyla açıklar: «Yoksullara yardım etmek biçiminde duyumsanan ama gerçekte aylaklık ve işsizliğin doğurduğu sorunlara karşı gösterilen tepki ve yeni bir çalışma ahlakının başgöstermesi»
57 Böylece Avrupanın dört bir yanına kapatma evleri (ıslah evleri) kurulur. Buralarda yoksullar, avareler, işsizler ,hastalar, suçlular ve deliler, aralarında hiçbir ayrım gözetilmeksizin kapatılır.
Bunun başlıca amacı, düzensizliğin kaynağı olarak görülen dilenciliği ve deliliği emniyet altına almaktır.
Kapatılmış kimse çalışmak zorundadır. Tembellik bir günahtır. Bir başkaldırıdır. Bu yüzden deli, çalışmaya zorlanır. Böylelikle emek, ahlak reformunun ilk uygulaması olarak kurumsallaştırılmış olur. Kapatma hem yoksulluğu gizlemek adına işsiz kitleleri emer; hem de bu kitlelerin çektiği acıların doğuracağı toplumsal ve siyasal çekincelerin önüne geçilmiş olur.
İnsanın hayvansal doğası olarak görülen delilikle yalnızca disiplin yoluyla başedilebileceği düşüncesi doğar.
58 18. yüzyıldan itibaren, kapatmaya büyük bir yanılgı olarak, aşırı yardımseverliğin güçten düşürücü bir etkisi olarak bakılmaya başlanır. Bu yüzden avareler iş bulup çalışmalıydılar. İşsizler zorla çalıştırıldıkları bu kapatma evlerinde normalin çok altında iş almakta ve işsizliğin artmasına da engel olunamamaktadır.
19. yüzyılın başlarından itibaren bu kurumlar ortadan kaybolur.
Suçluları ve yodksulları delinin korkunç vahşiliğinden korumak, onları delilerden ayrı tutmak arzusu ile yasalar yeniden düzenlenir. İngiltere’de ve Fransa’da tımarhanelere kapatılmış olan insanlar serbest bırakılır. Fiziksel sınırlamalar kaldırılır; ancak asıl amacı kendini sınırlamayı oluşturmak olan akıl hastaneleri inşa ettirilir.
59 Akıl hastanelerinde başıboş delilik dehşetinin yerine topluma karşı boğucu bir sorumluluk kaygısı aşılamak hedeflenmektedir.
Düzene boyun eğme anlamına gelen çalışma, delilere ahlaksal bir yasa olarak dayatılır. Ketvurmanın yerine «yetke»nin gözetimine ve hükümlerine işlerlik kazandırılır.
Buralarda delilere küçük çzocuklar gözüyle bakılır ve çocuklar gibi, yeri geldiğinde deliler ödüllendirilir, yeri geldiğinde cezalandırılır. Uygulanan eğitim dizgesi ile önce deliler boyun eğdirilir, sonra çalışmaya özendilirir, sonra da çalıştırılırlar.
Deli uzun bir süre küçük bir çocuk olarak büyümeden kalır ve bu dönem boyunca «baba» fikrini aklından atamaz.
Klasik dönemde yoksulluk tembellik, kötü alışkanlıklar ve delilik usdışı kaynaklı eşit birer suç olarak birbirlerine karışmıştır. 19. YY.A GELİNDİĞİNDE DELİLİK TOPLUMSAL BİR EKSİKLİĞİN GÖSTERGESİ OLARAK SINIFLANDIRILMAYA BAŞLANIR.
60 Artık akıl hastanesi yalnızca serbest bir gözlem, teşhis ve sağaltım alanı değildir. Kişilerin suçlandığı, yargılanıp mahkum edildiği birer mahkeme, ahlaksal birliğin sağlanması amacıyla kullanılan birer araçtır. Bu büyük ahlaksal hapsetmedir.
Ortaçağ boyunca deliler kilitlenmez, sınırsız bir özgürlük yaşar. «Bilge deli» imgesi yaygındır. 19yüzyılda ise us ile usdışı arasındaki diyalog kopar. Artık yalnızca usun delilik üstüne yaptığı monolooglar söz konusudur yalnızca.
İnsanlar fiziksel zincirlerinden kurtulmuş, ancak bunların yerine zihinsel zincirler almış; dışsal şiddetin yerine içsel şiddet geçmiştir.
61 Kliniğin Doğuşu’nda tıbbi algılamanın arkeolojisini yapar.
Şeylerin Düzeni ve Bilginin Arkeolojisi’nde bilimsel söylemlerin yapısını irdeler.
Bilginin başkaları üzerine abanan bir iktidar olduğunu ve böylece başkalarını tanımladığını ileri sürer. Bilgi, özgürleşimin önünü keserek gözetlemeye, düzene sokmaya ve disipline etmeye ilişkin bir kiptir.
Disiplin ve Ceza
odaklanır.
’da insanları gözetim altında tutmaktansa olnara ibret teşkil edecek birtakım cezalar vermenin daha etkili ve yararlı olduğunun düşünüldüğü döneme 18. yy.da iktidarın uygulanmasına yönelik yeni bir kip oluşmuştur. Kral, halkın gözü önünde korkunç işkenceler ve idamlar gerçekleştirmeyken işkence kaybolur ve bunun yerine mahkumun ıslahı geçer; yeni gözetleme düzenekleri kışlalarda, hastanelerde ve hapishanelerde, okullarda etkin biçimde uygulanmaya başlar.
62 Feodal dönemde ve monarşi dizgesi altında insanların bedenleri yeri geldiğinde tacize kadar varan sınırsız bir iktidarın elindedir. Bu sejimde suç, kutsala yapılan saygısızlıkla özdeştir. Ceza suçluyu ıslah etme yerine çiğnenen yasanın kutsiyetini onarmaya, kutsal yasayayeniden saygınlık kazandırmaya yöneliktir. Burada iktidar gelişigüzel ve gevşektir.
Modern toplumlarda ise cezalandırma aracıları kişisel olmayan bir gözetleme dizgesi yardımıyla ıslah etme tasarımının parçzası haline gelir. Bu tasarım, bireyin psikolojisine gittikçe daha fazla eğilir. Artık suçu işlemekten çok suça niyet etmek temel suçluluk ölçütüdür.
Halka gözdağı vermeye dayalı ceza anlayışını güden Monarşi iktidarının tersine «disiplinci iktidar» her koyun kendi bacağından asılır görüşünne odaklanır. Ceza, bir ıslah yordamı olarak anlamlandırılır.
63 Monarşi iktidarından disiplinci iktidara geçiş, 18. yy sonlarına doğru Jeremy Bentham tarafından sunulan Panopticon adlı mimari aygıtta somutlaşır. Daire biçiminde inşa edilmiş hücrelerde mahkumlar merkezi gözetleme kulelerinden izlenip izlenmediklerinden asla emin olamazlar. Bu nedenle de kendi davranışlarının polisi olmaya başlarlar.
Panoptisizm, yeni iktidar kipidir. Okullarda, kışlalarda, hastanelerde kullanılır. İnsanlar bu sayede evrak dosyalarının fişleme ve sınıflandırma dizgelerinin nasıl kurulduğunu öğrenir. Öğrenci ve hasta kümelerine sürekli uygulanan gözetleme teknikleri bir tarihten sonra genelleşir.
64
65 Panoptikon ile ileri kapitalizmde bireylerin bilgisayar yoluyla gözlenmeleri arasında bir paralellik kurulabilir. Foucault yeni iktidar yordamlarına artan nüfusu denetim altına almak için başvurulduğunu düşünür. Kamu sağlığı, sağlık bilgisi, ev koşulları, uzun yaşamak, doğurganlık, cinsel ayşamın yönetimi ve denetimi... Cinsel yaşam siyasal bakımdan önemli bir konudur çünkü bedenin disipline edilmesi ile nüfusun denetim altına alınması konularının kesişim noktasıdır.
http://www.youtube.com/watch?v=vVTKHI5ovyc
66 Burjuva düşüncesi, araçları ve amaçları önceden tasarlayan bir bilinç öznesi üzerinde durur. Buradaki özne ussal, özerk ve eyleme geçme özgürlüğüne sahiptir. Bu noktada Max Weber’i takip eder ve Weber’in araçsal usa dair saptamalarını, Nietzsche ve Weber’in araçsal usun yaşamlarımızı nasıl yaşayacağımız hakkında bize hiçbir şey söylememesine yaptığı vurguyu paylaşır. Teknik ya da araçsal ussallığın yükselişinin açık bir sonucu gizi çözmeye çabalayan «şeyleştirme» sürecidir.
.
67 Bu yönüyle Frankfurt Okulu’na yakınlaşır. Adorno ve Horkheimer kapitalist ekonomiyi yalnızca araçlar ve amaçlar ussallığının dinamik ve özerk bir biçimi olarak çözümlememişlerdir. Bu, üretim güçlerindeki artışa ve dış dünyanın baskı altına alınmasına yol açmamış, aynı zamanda toplum mühendisliği ve psikolojigk yönlendirme aracılığıyla üretim dizgesine uydurulan insanların baskı altına alınmaları da sağlanmıştır Dışsal doğayı kontrol altına almaya çalışan özne, aynı zamanda kendi içsel doğasına ket vurmak zorundadır.
68 Foucault’ya göre psikanaliz kimi etkinlikleri denetim ve normalleştirme işlev
Cinselliğin Tarihi’nde cinselliğe 18. yy.dan cinsel yaşama ise 19. yy.dan itibaren sahip olduğumuzu ifade eder. Bundan önce sadece bedene (ete) sahibizdir.
Foucault’ya göre cinselliğin anayurdu, Hıristiyanlıktaki günah çıkarmadır.
Ortaçağda papazlar iman sahibine cinsel ayşamı hakkında ayrıntılı sorular sormaktadır. Cinsellik, yalnızca bedene ilişkin biralan olarak görülmektedir. Reform ve Karşı Reform Hareketleriyle cinsellik söylemi başka bir biçim alır. Günah çıkartırken papaz insanların eylemlerini sorgulamakla kalmaz, onların niyetlerini de soruşturmaya başlar. Böylece cinsellik, bedenle birlikte zihnin de gözetilmesi anlamına gelir.
Dikkatler, söylem, eylem ve bedenden zihin ve onun niyetlerine çevrilmiştir.
69 Foucault, çalışmalarında 18. yy.daki eğitim süreçleri ile insan bedenlerine ilişkin düzenlemenin hapishaneler, okullar, fabrikalar gibi alabildiğine geniş bir kurumsal mekanlar dizisi içinde ortaya çıktığını göstermektedir.
Bu disiplinci uygulamalar sonucunda özneler yararlı, yumuşak başlı, üretken ve öznelleşmiş birer varlık olarak görülmeye başlanmıştır.
20. yy.ın başlarındaki cinsel yaşam söylemi, böylecebilimin konusu haline gelmiştir. Psikanaliz, yeni bir bilimsel günah çıkartma yolu olmuş, Freud ortaya cinsel dürtüyü koyarak bilime cinsellik üzerinde yeni bir baskı alanı açmıştır.
70 Gerek çilecilik, gerekse burjuva toplumları, cinselliğin bastırılması yönünde bir çalışma disiplini talep etmektedir. Cinsellik, doğal bir gerçeklik değil, bireyin gözlem ve denetim altında tutulmasına önemli katkılarda bulunan bir söylemler ve uygulamalar dizgesinin ürünüdür. Cinsel özgürleşme denilen şey de aslında bir kölelik biçimidir çünkü halihazırdaki «doğal» cinselliğimiz gerçekte iktidarın bir ürünüdür.
71 Foucault’nun başlıca amacı, tıp, psikiyatri, suçbilim ve toplumbilim gibi insan bilimlerinin bilgi iddialarını ve uygulamalarını irdeleyerek modern toplumların denetim ve disiplin altında tutulmasına karşı bir eleştiri geliştirebilmektir.
İnsan bilimleri belli normlar inşa etmişlerdir. Öğretmenler, doktorlar, yargıçlar, polisler, yöneticiler, kamu görevlilieri bu normları yeniden üretip meşrulaştırırlar. İnsan bilimleri, insanı resmi bir çalışma konusu yaparken ussallaştırılmış yönetim ve toplumsal denetim dizgelerinin genişlemesini olanaklı kılar.
İktidar ile bilginin birbirleriyle karşılıklı olarak bağımlı olduklarını ileri sürer. İktidar ilişkileri egemenden ya da devletten yayılmaz. Belli bir bireyin ya da sınıfın özel mülkiyetinde olan bir şey değildir. Elde edilebilecek ya da gasp edilebilecek bir mal değildir. Daha çok bir ağ niteliği taşır; iplikleri her yere uzanır.
72 Foucault’ya göre iktidar bir bastırma, sınırlama ya da yasaklama olarak anlaşılamaz. İktidar gerçekliği, nesne alanlarını ve doğruluk törenlerini üretir.
İktidarın uygulanmasını, yeni bilgi nesnelerinin ortaya çıkmasına yol açması ve hatta onları yaratması bağlamında düşünmemiz gerekir. Bilgi odlmadan iktidarın uygulanması, bilginin de iktidara yol açmadan varolması olanaksızdır.
Toplumsal, kültürel ve siyasal yaşamlarımızın tümüne yayılan karmaşık ve birbirleri arasında ayrım gösteren iktidar ilişkileri, çoğunlukla çelişki içindeki özne konumlarını genellikle cezalandırma yoluyla değil, toplumsal düzende yürürlükte bulunan norm ve değerlerin içselleştirilmesi yoluyla güvence altına alır.
Özne, bilen, isteyen, özerk, kendini eleştirebilen aşkın özne değil, çok yönlü, dağınık ve belli bir merkezden yönetilemeyecek söylemlerin beşiğidir.
73 Animation: Bingo the Clown http://www.youtube.com/watch?v=_gkGVcShG2I
74
Jürgen Habermas
Frankfurt Okulu’nun son kuşağının en ünlü ismi. Toplumsal hayat üzerinde çalışmayı doğa bilimleriyle aynı düzeyde bir bilim olarak değerlendirmek iki açıdan yanlıştır: Bu değerlendirme insanların edimde bulunma biçimleri hakkında bir hayli şey bilen
muktedir
,
muhakeme sahibi
aktörler olarak neye benzedikleri konusunda yanlış bir görüş üretir.
Habermas’ın modern entellektüel kültürde genel bir eğilim olarak gördüğü şekilde, bilimin rolünün ya doğal ya da toplumsal dünya hakkında edinebileceğimiz tek geçerli bilgi biçimi olarak abartılmasına yol açar.
75 Habermas , ideolojiyi bu ikinci noktadan yola çıkarak analiz eder.
Ona göre, topluma ilişkin çalışmaları bir bilim olarak ele almak, Marx’ı ve sonraki Marxistleri bir ikileme sürüklemiştir. Eğer kapitalizm Marx’ın yazdığı gibi doğa biliminin kanunları gibi katı kanunlara göre değişiyorsa, insanların kendi kaderlerinde etkin olmaları nasıl mümkün olacaktır? Eğer insan davranışı kaçınılmaz kanunlarca yönetiliyorsa, kendi tarihimizde mühadalede bulunarak biçimlendireceğimiz hiçbir şey yoktur. Marksizm yalnızca katı kanunlar, kaçınılmaz eğilimler vb ile ilgilendiği sürece toplumsal değişmeyi başarmanın bir temeli olarak yetersiz kalır. Böylece beşeri özgürlüksüzlüğün bilimi olur.
76 Habermas , buradan yola çıkarak tüm bilginin biçimlendirilebileceği tek bir kalıbın olmadığını ileri sürer. Bilgi üç farklı biçimde olabilir.
1.
2.
3.
Tüm toplumlar, maddi bir ortamda var olurlar ve doğayla ilişkiye girerler (emek). Böyle ilişkiler, olayların kontrolünde bir istem oluşturur. Pozitivizmin tüm bilgi için genelleştirdiği şey, bu istemdir. Marksizm pozitivizme saptığı sürece, toplumsal hayatın, toplumsal değişmeyi etkilemek için mekanik olarak işleyen «üretim güçleri»ndeki gelişmelerce yönetildiğini varsayar. Fakat tüm toplumlar aynı zamanda «sembolik etkileşim»i –bireylerin birbiriyle iletişimini de içerir. Bu noktada anlamın anlaşılması için bir istem ortaya çıkar. (hermeneutik) Üçüncü olarak her bir beşeri toplum, iktidar ya da egemenlik ilişkileri içerir. Özgürleşim istemi egemenlikten uzak, eylemin rasyonel özerkliğini elde etmeye ilişkin bir bilgi oluşturucu istemdir.
77 Bilgi oluşturucu istemlerin her biri, belirli bir disiplin biçcimine bağlıdır.
Empirik-analitik bilimler nosyonuna önem verir.
öndeyi ve kontrol istemi için uygundur. Anlamın anlaşılması ya da yorumlanması, tarihsel-hermenötik bilimler, eleştirel kuram ise insanların egemenlik sistemlerinden özgürleşmesi ile ilgilenmektedir. Bu noktada, «tahrip edilmemiş iletişim» Tüm beşeri dilsel iletişimin tüm konuşmacılar tarafından zımni olarak yapılan «geçerlilik iddiaları» içerdiği nosyonundan yola çıkar.
Bir ideal konuşma durumu öngörür.
78 Habermas’a göre bir kimse başka birine bir şey söylediğinde, o kimse zımni olarak şu iddialarda bulunur: 1.
Söylenilen şey, idrak edilebilir bir şeydir. Yani belirli bir sentaktik ve semantik kurala uyar; diğerlerince anlaşılabilir olan bir anlam çkar.
2.
Söylenilen şeyin önermesel içeriği doğrudur. Yani konuşmacı doğru olgusal iddialar dile getirir.
3.
Konuşmacı söylediği şeyde samimidir. Dinleyeni aldatmayı amaçlamaz.
Tahrip edilmemiş iletişim
, konuşmacıların tüm geçerlilik iddialarını savunabilecekleri dil kullanımıdır. Bu dil kullanımında söylenilen şey anlamlı, doğru, doğrulanmış ve samimidir.
79 Bilimi içeren fakat onunla sınırlı olmayan herhangi bir olgusal tartışma alanında rasyonel bir uzlaşım, yalnızca «daha iyi olan argümanın gücüyle» ulaşılan uzlaşımdır. Bir doğruluk iddiası, bu iddiayla ilgili kanıtı aklında tartmaya muktedir olan herhangi bir kimsenin o iddiayı yapan kimseyle birlikte aynı sonuca ulaşabileceği bir iddiadır.
İdeal konuşma durumu, dilin doğasında asli olarak vardır. Dili kullanan herkes bu yolla doğruluk iddiası da dahil,dört geçerlilik iddiasını doğrulayabileceğimizi varsayar.
1.
2.
Tekil bir konuşma, bireylerin birbiriyle özgür, açık ve eşit bir iletişimde yaşayabileceği bir toplumsal hayat biçiminin olasılığına dayanır.
İdeal konuşma durumu,etkileşim ve toplumsal kurumların hali hazırda var olan biçimlerinin yetersizliğine ilişkin eleştirel bir ölçüt sağlar.
80 İleri kapitalizmin taleplerinin demokratik kurumların ve normların alanını ve anlamını sınırladığını ileri sürer ve buna karşılık
normatif demokras
yerine, çatışmaların uzlaşmacı biçimde,
müzakereler
i yaklaşımını getirir. Buna göre, periyodik oylama ve seçimler dışlayıcı uygulamalardır. Özel çıkarcı rasyonalite aracılığıyla çözüldüğü pratik bir rasyonalite kavrayışı geliştirilmelidir.
Bu noktada, tek meşru otoritenin yurttaşların kendi aralarındaki tartışmaların ifadesinden, yani «söz»den kaynaklandığı bir
kamusal alanın
varlığına işaret eder.
Kamusal alan, serbest sözün alanı olarak zorunluluk ve buyruklardan soyutlanmalı; müzakere yurttaşların özgür sözüyle kurulu bir politik proje olarak görülen modern yurttaşlığın temelinde yer almalıdır.
81 Habermas , buradan, müzakereyi ortak anlayışlara ve kolektif yargıya ulaşmanın başlıca yolu olarak gördüğü, hakların yanında
sorumluluğun
, özel çıkarların yanında
kamusal yargıların
yer aldığı bir
«kamu alanı»
modeline ulaşır. Bu noktada liberal ve cumhuriyetçi çizgilerin dışında bir yurttaşlık modelini öngören, devletin dışında gelişen, güç ve statüden yalıtılmış bir kamusal alanda gerçekleşen «söylemsel demokrasi» kavramlaştırmasına ulaşır.
82 Söylemsel demokrasi, Habermas’ın «iletişimsel eylem», «iletişim etiği» ve «ideal konuşma durumu» adını verdiği üç temel kavram tarafından şekillendirilmiştir.
Bu kavramların gönderme yaptığı müzakere modelini anlayabilmek için öncelikle Habermas’ın «yaşam alanı» (lifeworld) ve «sistem alanı»(system world) arasında yaptığı ayrımı anlamak gerekir.
Sistem alanı
: bünyesinde hem özel hem de kamusal olana ilişkin unsurlar barındıran ve toplumun temel yönetme sistemlerini, devleti, ekonomiyi, makro sosyal yaşamın para ve güç tarafından şekillenen alanını kapsar; bürokrasi ve Pazar gibi güçlerin kontrolünde bulunur.
Yaşam alanı
ise aileyi ve kamuoyunu içerir; anlamların tartışıldığı, kimliklerin bireyler tarafından kurulduğu, devletten bağımsız olarak politik birliklerden ve etkileşimden oluşan, yüz yüze deneyimin, konuşmanın, geleneklerin, kavrayışın, normların ve dayanışmanın gündelik alanıdır.
83 Bu iki alan, iki temel eylem biçimini ortaya koyar. yönelik bir eylem türü getirir.
Stratejik eylem
, sistem alanına özgüdür. Özne-nesne ilişkisine dayanan ve insanın doğa üzerindeki egemenlik sürecinin kurucusu olarak görülebilecek eylem biçimidir. Stratejik eylemi yönlendiren ve açık ve tutarlı hedeflere yönelik olarak uygun araçları seçme, tahmin etme ve uygulama kapasitesiyle şekillenen araçsal rasyonellik, doğudan problem çözmeye, başarıya Bu pratik amaçlı eylem biçimleri bürokrasinin, kişinin dışındaki kurumların işlev gördüğü
sistem dünyası
nın yan ürünleridir.
Habermas
, modern toplumun temel probleminin, bilimselleşme, bürokratikleşme, sosyal yaşamın ve politikanın ticarileşmesi gibi gelişmelerin sonucunda, sistem alanına ait olan bu araçsal rasyonelliğin ait olmadığı yerleri işgal etmesi olduğunu belirtir.
84
Yaşam alanı
ise, kamusal alanı da kapsar. Burada gündelik deneyimde yer alan, sıradan insanların ve toplulukların, özneler arası etkileşimi, karşılıklı anlayışa ve uzlaşmaya dayanan
iletişimsel eylem
hakimdir. Bu eylem biçiminin katılımcıları, stratejik eylemin aksine, sadece koşullarını yerine getirmektir.
başarıya
yönlendirilmemişlerdir. Habermas’ın müzakereci demokrasi kavrayışının temeline yerleştirdiği iletişimsel eylem biçimi açısından esas olan, karşılıklı anlayışın ve diyaloğun yer aldığı kamusal tartışmanın Bu koşullar: baskılanmamış, egemenlik ilişkilerinden ve aldatmadan, yönlendirmeden, yanıltmadan muaf, özgür bir iletişim yoluyla karşılıklı etkileşimi esas alan, her konuşmacının katılmada ve söz söylemede eşit şansa sahip olduğu, güç hiyerarşilerinin yer almadığı bir iletişim durumu gerektirir.
85 Bu yönüyle Habermas’ın «
demokratik söylem teorisi
» inanç ve eylemlerin kamusal olarak iyi gerekçelerle desteklendikleri
rasyonel bir kamusallık
kavrayışını getirir. Burada söz konusu olan rasyonellik araçsal değil iletişimsel bir boyut içerir; sosyal yaşamın içindeki etkileşimden kaynaklanır. İletişimsel rasyonellik, özneler arası anlayışa, eylemlerin tartışma aracılığıyla yönlendirilmesine ve topluluğun üyelerinin toplumsallaştırılmalarına dayanan iletişimsel eylemin hangi ölçülerde yetkin aktörlerin yansıtıcı anlayışlarına bağlı olduğu ile ölçülür.
İletişimsel rasyonellik bu yönüyle gücün uygulanmasıyla doğan egemenlikten, aldatmacadan, stratejik eylemden bağımsızdır ve özneler arası söylemin normatif yargılarla işlemesi sonucunda oluşur.
86 Politik kamusal alan, rasyonel tartışmanın evrensel normlarıyla donatılmış ve bünyesinde Habermas’ın “
iletişim etiği”
olarak adlandırdığı ilkeleri barındıran iletişimsel eylem aracılığıyla şekillenmektedir.
İletişimsel etik
kavramı,
demokrasi
ideali ile
iletişim
ideali arasında her bireyin kurulu evrensel bir söyleme gereksinim duyulması noktasında bir benzerlik kuran G.H. Mead’in rasyonellik kavrayışının getirdiği “evrensel ve rasyonel” bir tartışma idealinin uzantısıdır.
Mead gibi Habermas da toplum eleştirisinin mantıksal temeline iletişimi koymuş, rasyonellik ve iletişim arasında içsel bir bağın bulunduğunu ileri sürmüştür.
87 Habermas için iletişim
“öteki”nin rolünü
aracılığıyla gerçekleşecektir.
almayı içeren bir
öznelerarasılık
getirdiği için rasyonelliğin başlıca kaynağını oluşturur. Rasyonel tartışmanın ideal biçimi ise etkileşim Rasyonel iletişimin etik ilkesi, bir
normun geçerlilik kazanması için
tartışmaya katılan herkesin onun üzerinde anlaşmış olmasıdır.
Tüm aktörler iletişimsel yetkinliğe, iddialar geliştirme ve onları sorgulama konusunda eşit ve tam kapasiteye sahip olmalıdır. Yetkin aktörlerin katılımına ilişkin hiçbir sınırlama getirilmemeli ve bu koşullar altıda tek hakim otoritenin,
en iyi iddianın (argümanın) otoritesi
olması sağlanmalıdır.
88 İletişimsel eylem içinde gerçekleşen kanıtlara dayalı tartışma süreci, konuşmacının dinleyicinin anlayabileceği, paylaşabileceği rasyonel ve gerçekçi öneriler getirdiği
uzlaşmasal bir söylemin
kurulmasını esas alır.
Konuşma içinde yer alan taraflar, kendi kişisel çıkarlarını en iyi biçimde ancak diğerlerinin savlarını dikkate almak ve bunların içinden “en iyi” olanları seçebilmek amacıyla yürüttükleri diyalojik süreçlerin yarattığı uzlaşma ortamı içinde koruyabilirler.
Bu kapsamda yürütülecek bir kamusal tartışmanın ele aldığı sorunlar da
rasyonel biçimde düzenlenmeli,
yani ilgili kişilerin ortak çıkarına yönelik olmalıdır. Katılımcıların kendi kişisel tercihlerini aştıkları ve sorgulayabildikleri bir tarafsızlık koşulu getirilmektedir.
89 İletişim etiğinin işleyiş normları altında müzakereci demokrasi, bireylerin kendi özgürlüklerinin koşullarını oluşturdukları tartışmalarla şekillenen bir kamusal alan içinde, kendi çıkarlarını ortadan kaldırmamakla birlikte onların üzerinde yer alan bir “ortak iyi”yi tanıma kapasitesine sahip özgür ve eşit bireyler arasında rasyonel uzlaşmanın sağlanması yoluyla gerçekleşir.
90 İdeal konuşma durumunun ilkeleri: 1.
Bir söylemin tüm (potansiyel) katılımcılarının iletişimsel söz edimlerini kullanmada eşit şansı olmalıdır; yani söylemi başlatma ve devam ettirme şansları eşit olmalıdır. 2.
Tüm (potansiyel) katılımcıların temsil edici söz edimlerini kullanma, tutumlarını, duygularını ve niyetlerini dile getirme şansı eşit olmalıdır.
3.
Tüm (potansiyel) konuşmacıların konuşma edimlerini düzenleme olanağı bakımından eşit şansı olmalıdır; eşit olarak hem buyruk verme, hem karşı çıkma, iddialara izin verme ve yasaklama olanakları bulunmalıdır. Aynı şekilde bunların söz verme ve verilen sözleri kabul etme ve haklılaştırmalar, gerekçeler sağlama ve talep etme eşit fırsatları olmalıdır.
4.
Tüm (potansiyel) katılımcıların betimleyici söz edimlerini kullanmakta eşit fırsatları olmalıdır. (Erol Mutlu, İletişim Sözlüğü)