farklı marks*zmler

Download Report

Transcript farklı marks*zmler

FARKLI MARKSİZMLER
Kaynaklar: Ahmet Bekmen, «Marksizm» içinde Birsen Örs (der.) Modern Siyasal
İdeolojiler
Serpil Sancar Üşür, İdeolojinin Serüveni
Madan Sarup, Post Yapısalcılık ve Postmodernizm
________ ____ _____
_______ ______ _____ __ ___
_____ _____ ___ __________ _______
1
_____ ______ __________
 Animation: Bingo the Clown
 http://www.youtube.com/watch?v=_gkGVcShG2I
2
Foucault’nun söylem kuramı
 Althusser’e benzer biçimde, söylem ile iktidarın kuruluş sürecinin
aynı olduğunu, iktidarın bir söylem olarak bireylere geldiğini ve
onları özneler haline dönüştürdüğünü söyler.
 Söylemin kendisi bir iktidardır ve bir iktidar etkisi olmayan söylem
söz konusu olamaz.
 Söylem bu iktidarı, bilginin üretilmesi sayesinde yaratır.
3
Foucault’nun söylem kuramı
 Klasik ideoloji kavramında, özneler önceden kurulmuş varlıklar
olarak, maddi/nesnel yapıdan türetilen çıkarlarının bilincine
varabilir ve bu bilinci ideolojik ifadelere tercüme edip iktidarı ele
geçirebilirler.
 Postyapısalcı yaklaşım ise toplumsal bir pratik olarak dil
kullanımının ortaya çıkardığı söylemin, kendi dışında hiçbir
belirleyiciye gereksinimi olmadan, özerk ve kendi kendini
belirleyen olarak tanımlandığını varsayar.
Foucault’nun söylem kuramı
 Foucault’nun söylem kuramı, iktidar kavramının tanımında radikal bir
değişim önerir.
 Geleneksel iktidar anlayışı, bilginin doğruluğunu çarpıtan, bu nedenle
doğru ve özgür bir bilimi olanaksız kılan bir ilişki olarak varsayılır.
 Foucault ise iktidarın bilginin üretiminden ayrılamayacağını savunur.
 Bilgi, iktidarın yokluğunda üretilemez. Aksine, bilgi durmaksızın iktidar
etkisi üretir.
5
Foucault’nun söylem kuramı
 İktidar, devlette, bireylerde ya da ekonomik güç ilişkilerinde değil,
toplumsalın kılcal damarlarındaki stratejilerde ve disiplin tekniklerinde
bulunur.
 Sahiplenilen, ele geçirilen ve korunan bir şey değil, pratikler boyunca
tecrübe edilen, yaşanılan bir şeydir.
 İktidar şeyleri tanımlayan, arzunun ne olduğunu öğreten, bilgiyi
biçimlendiren ve söylemi üretendir.
 Zevki, bedeni, hayatı, anlamı tanımlayandır. Devletin altına ve ötesinde,
beden,cinsellik, aile, akrabalık, bilgi ve teknoloji olarak işler.
Foucault’nun söylem kuramı
 İktidarın ne olduğunu değil, nasıl oluştuğunu sorgular.
 Bireylerin eylemlerini, davranışlarını, söylemlerini, öğrenme biçimlerini
ve gündelik yaşamlarını belirleyen kılcal damarlardır... İktidar
bedenlere yatırım yapar, sağlık, spor, kas geliştirme, çıplaklık, beden
güzelliğinin tanımlanıp yüceltilmesi vb.
 18. yy.dan bu yana okullar, hastaneler, kışlalar, fabrikalar, aileler ve
kentlerde geliştirilen disiplin teknikleri iktidarın bedenler üzerinde
kurulmasını sağlamıştır.
 Beden, bilginin nesnesi, iktidarın alınıdır. İktidarın üretilmesi, bilginin
üretilmesidir; bu da disiplin yoluyla bedeni üretken, uyumlu ve yararlı
kılma sürecidir. Disiplin bedenin nesnelleştirilmesidir.
7
 Disiplin teknikleri:
 Hiyerarşik gözlem (panoptikon): Bu gözlem, bedenin her an
gözlenebilirliği ile elde edilen bilginin iktidarın alanına taşınması
olanağı yaratır.
 Normalleştirici yargı: bedenin, zamanlama, edimlerin denetimi,
davranışların düzenlenmesi, konuşmanın belirlenmesi, cinselliğin
normlandırılması gibi alanlarda üretilen normal tanımları ile
belirlenmesi.
 Sınama: beden hakkındaki bilgilerin veri, doküman ve dosyalar
haline getirilerek nesneleştirilmesi.
8
Ayırma pratikleri:
 Öznenin nesnelleştirilerek üretimi. Deli-akıllı, hasta-sağlıklı, serseriefendi, yoksul-zengin, tembel-çalışkan... Bu ayrım normal olan ile
olmayanın tanımlanmasını sağlar. İnsan bilimleri bu işlevi görür.
Bio-iktidar:
 insanların bedenlerinin, kendileri tarafından anlamlandırılabilme
tarzlarını belirleyen pratikler.
9
 Her söylem, kendi doğruluk mekanizmasını ve kriterlerini kendi
oluşturur.
 Özne, kendinden bilinçli, doğruların yazarı bir özne değil. Söylem içinde
bireyler tarafından işgal edilebilecek bir mevki. Özne bilinci aracılığıyla
değil, bedeni aracılığıyla, iktidar pratikleri tarafından şekillendirilir.
 İktidar, başsız ve sonsuz bir süreç olarak toplumsalın içinde hep
mevcuttur. Kaçış olanaksızdır.
 Foucault’da söylem, özneyi, bilgiyi ve iktidarı sarmalayan bir anlamlar
atmosferi olarak varolur ve her şeyi kendi içinde, başı sonu olmayan bir
devinimle yaratan bir oluş durumudur.
10
 Dünyayı bütün yönleriyle açıklamaya çalışan her türden evrensel kuramsallaştırmaya
karşı.
 Nietzche’den esinlenmiş, GENEOLOGY (soykütüğü) adını verdiği tarih görüşü ile
«şimdi»yi «geçmiş»ten ayırarak, geçmişi şimdiden kopararak şimdinin meşruluğunu
kaldırmaya yönelmiştir. Bunun için geçmişin sıradışılığını tanıtlamaya, geçmişi şimdinin
yetkesinin altını oyarak öykülemeye yönelmiştir.
11
 Foucault’nun benimsediği Nietzcheci tarih anlayışı şimdiyle başlar, belli bir ayrıma
varana dek zamanda geriye doğru gider. Sonra ayrımın yarattığı dönüşümün izini
sürerek tekrar ileriye doğru yönelir. Bunu yaparken de bağlantılar ve bağlantısızlıkları
korumay özen gösterir.
 Bugün verili kabul edilerek kabul edilen görüngülerin ussallığını çürütmek için sıradışı
söylemleri, uygulamaları araştırır. Geçmişin iktidar yordamını ayrıntılarıyla araştırarak
geçmişin usdışı olduğunu ileri süren güncel iddiaları çürütür.
 Foucault’nun tarihyazımı anlayışı geçmiş ile şimdi arasındaki gediğe odaklanır.
12
 Soykütüksel çözümleme geleneksel tarihsel çözümlemeden belli noktalarda ayrılır:
 Geleneksel tarih, olayları büyük açıklama dizgeleri ve çizgisel süreçler içerisine sokmak yoluyla
önemli tahirsel olaylara ve kişilere yönelir.y Tarihsel çalışmaya bir başlangıç noktası olabilecek
belgeleri araştırır.
 Soykütüksel çözümleme ise tarihin gözardı etmiş olduğu, görülmeye değer bulmadığı tek tek
olaylara döner. Gerekli bilimsellik düzeyinde olmadıkları için değersiz bulunan bilgilere
odaklanır.
13
 Bunlar, mücadelelerin tarihsel bilgisinin kurulmasına olanak tanıyan, bu bilgileri günümüzde bir
taktik olarak kullanılabilir kılan alimane bilgiler ve yerel anılar birliğidir. Soykütükler, doğru
bilgiler adına bütüncül bir kuramın süzgecinden geçirilen, sıradüzene sokulan, düzenlenen
birtakım yerel, kesintili, meşru olmayan bilgilerdir.
 Bu yönüyle, soykütük bir eleştiri biçimidir. Herhangi bir olayın ardında yatan etkenlerin
çeşitliliğini gözler önüne sermeye çalışırken belli bir tarihi başlangıç noktası olarak
almayı reddeder. Geçmişi yapılandıran kesintiye uğramamış değişmez süreklilik
biçimlerine yer vermez.
 Yapıtlarının en temel özelliklerinden biri, özgül kurumların ortaya çıkışının izini sürmek
yoluyla genel bir tarihsel düşünceye eğilmesidir.
14
 İlk çalışmalarında toplumbilimlerinin gelişimiyle ilgilenir. Toplum ya da insan bilimlerinin
tarihsel olarak nasıl olanaklı oldukları, ne gibi sonuçlara yol açtıkları sorularına yanıt
arar.
 Çalışmaları 18. yüzyıla odaklanır. Usun dışladıklarıyla ilgilenir: Delilik, rastantı,
kopukluk... Suç ve günah yazınına odaklanır.
 Delilik ve Uygarlık (Türkçesi Deliliğin Tarihi) adlı yapıtı 17. yüzyılda toplumsal bir sorun
olarak devletin sorumluluk alanına giren deliliğin yoksulluk, işsizlik ve çalışamayacak
durumda olma düşünceleriyle birlikte algılanmasının altında yatan nedenlere odaklanır.
15
 Rönesans boyunca deliler tolayca gezinip dolaşarak
yaşamaktaydı. Bir süre sonra şehirler onları sınırlarının
dışına sürer ve açık yurtluklarda gezinmelerine izin verilir.
Bir gemiye doldurulup gemicilerin insafına bırakılırlar...
Deli gemileri limandan limana karaya çıkmadan dolaşır.
 Yüzyıllar içinde bu gemilerin yerini «deli evleri» alır.
 17. yüzyıldan itibaren deliler «kapatılır». Foucault bunun
nedenini 17. yy.’ın ikinci ylarısında Avrupa kültürüne özgü
bir toplumsal duyarlılığın ortaya çıkmasıyla açıklar:
«Yoksullara yardım etmek biçiminde duyumsanan ama
gerçekte aylaklık ve işsizliğin doğurduğu sorunlara karşı
gösterilen tepki ve yeni bir çalışma ahlakının
başgöstermesi»
16
 Bosch, the ship of fools
 Böylece Avrupanın dört bir yanına kapatma evleri (ıslah evleri) kurulur. Buralarda
yoksullar, avareler, işsizler ,hastalar, suçlular ve deliler, aralarında hiçbir ayrım
gözetilmeksizin kapatılır.
 Bunun başlıca amacı, düzensizliğin kaynağı olarak görülen dilenciliği ve deliliği emniyet
altına almaktır.
 Kapatılmış kimse çalışmak zorundadır. Tembellik bir günahtır. Bir başkaldırıdır. Bu
yüzden deli, çalışmaya zorlanır. Böylelikle emek, ahlak reformunun ilk uygulaması olarak
kurumsallaştırılmış olur. Kapatma hem yoksulluğu gizlemek adına işsiz kitleleri emer;
hem de bu kitlelerin çektiği acıların doğuracağı toplumsal ve siyasal çekincelerin önüne
geçilmiş olur.
 İnsanın hayvansal doğası olarak görülen delilikle yalnızca disiplin yoluyla
başedilebileceği düşüncesi doğar.
17
 18. yüzyıldan itibaren, kapatmaya büyük bir yanılgı olarak, aşırı yardımseverliğin güçten
düşürücü bir etkisi olarak bakılmaya başlanır. Bu yüzden avareler iş bulup
çalışmalıydılar. İşsizler zorla çalıştırıldıkları bu kapatma evlerinde normalin çok altında iş
almakta ve işsizliğin artmasına da engel olunamamaktadır.
 19. yüzyılın başlarından itibaren bu kurumlar ortadan kaybolur.
 Suçluları ve yodksulları delinin korkunç vahşiliğinden korumak, onları delilerden ayrı
tutmak arzusu ile yasalar yeniden düzenlenir. İngiltere’de ve Fransa’da tımarhanelere
kapatılmış olan insanlar serbest bırakılır. Fiziksel sınırlamalar kaldırılır; ancak asıl amacı
kendini sınırlamayı oluşturmak olan akıl hastaneleri inşa ettirilir.
18
 Akıl hastanelerinde başıboş delilik dehşetinin yerine topluma karşı boğucu bir sorumluluk
kaygısı aşılamak hedeflenmektedir.
 Düzene boyun eğme anlamına gelen çalışma, delilere ahlaksal bir yasa olarak dayatılır.
Ketvurmanın yerine «yetke»nin gözetimine ve hükümlerine işlerlik kazandırılır.
 Buralarda delilere küçük çzocuklar gözüyle bakılır ve çocuklar gibi, yeri geldiğinde deliler
ödüllendirilir, yeri geldiğinde cezalandırılır. Uygulanan eğitim dizgesi ile önce deliler
boyun eğdirilir, sonra çalışmaya özendilirir, sonra da çalıştırılırlar.
 Deli uzun bir süre küçük bir çocuk olarak büyümeden kalır ve bu dönem boyunca
«baba» fikrini aklından atamaz.
 Klasik dönemde yoksulluk tembellik, kötü alışkanlıklar ve delilik usdışı kaynaklı eşit birer
suç olarak birbirlerine karışmıştır. 19. YY.A GELİNDİĞİNDE DELİLİK TOPLUMSAL BİR
EKSİKLİĞİN GÖSTERGESİ OLARAK SINIFLANDIRILMAYA BAŞLANIR.
19
 Artık akıl hastanesi yalnızca serbest bir gözlem, teşhis ve sağaltım alanı değildir.
Kişilerin suçlandığı, yargılanıp mahkum edildiği birer mahkeme, ahlaksal birliğin
sağlanması amacıyla kullanılan birer araçtır. Bu büyük ahlaksal hapsetmedir.
 Ortaçağ boyunca deliler kilitlenmez, sınırsız bir özgürlük yaşar. «Bilge deli» imgesi
yaygındır. 19yüzyılda ise us ile usdışı arasındaki diyalog kopar. Artık yalnızca usun
delilik üstüne yaptığı monolooglar söz konusudur yalnızca.
 İnsanlar fiziksel zincirlerinden kurtulmuş, ancak bunların yerine zihinsel zincirler almış;
dışsal şiddetin yerine içsel şiddet geçmiştir.
20
 Kliniğin Doğuşu’nda tıbbi algılamanın arkeolojisini yapar.
 Şeylerin Düzeni ve Bilginin Arkeolojisi’nde bilimsel söylemlerin yapısını irdeler.
 Bilginin başkaları üzerine abanan bir iktidar olduğunu ve böylece başkalarını
tanımladığını ileri sürer. Bilgi, özgürleşimin önünü keserek gözetlemeye, düzene
sokmaya ve disipline etmeye ilişkin bir kiptir.
 Disiplin ve Ceza’da insanları gözetim altında tutmaktansa olnara ibret teşkil edecek
birtakım cezalar vermenin daha etkili ve yararlı olduğunun düşünüldüğü döneme
odaklanır.
 18. yy.da iktidarın uygulanmasına yönelik yeni bir kip oluşmuştur. Kral, halkın gözü
önünde korkunç işkenceler ve idamlar gerçekleştirmeyken işkence kaybolur ve bunun
yerine mahkumun ıslahı geçer; yeni gözetleme düzenekleri kışlalarda, hastanelerde ve
hapishanelerde, okullarda etkin biçimde uygulanmaya başlar.
21
 Feodal dönemde ve monarşi dizgesi altında insanların bedenleri yeri geldiğinde tacize
kadar varan sınırsız bir iktidarın elindedir. Bu sejimde suç, kutsala yapılan saygısızlıkla
özdeştir. Ceza suçluyu ıslah etme yerine çiğnenen yasanın kutsiyetini onarmaya, kutsal
yasayayeniden saygınlık kazandırmaya yöneliktir. Burada iktidar gelişigüzel ve gevşektir.
 Modern toplumlarda ise cezalandırma aracıları kişisel olmayan bir gözetleme dizgesi
yardımıyla ıslah etme tasarımının parçzası haline gelir. Bu tasarım, bireyin psikolojisine
gittikçe daha fazla eğilir. Artık suçu işlemekten çok suça niyet etmek temel suçluluk
ölçütüdür.
 Halka gözdağı vermeye dayalı ceza anlayışını güden Monarşi iktidarının tersine
«disiplinci iktidar» her koyun kendi bacağından asılır görüşünne odaklanır. Ceza, bir
ıslah yordamı olarak anlamlandırılır.
22
 Monarşi iktidarından disiplinci iktidara geçiş, 18. yy sonlarına doğru Jeremy Bentham
tarafından sunulan Panopticon adlı mimari aygıtta somutlaşır.
 Daire biçiminde inşa edilmiş hücrelerde mahkumlar merkezi gözetleme kulelerinden
izlenip izlenmediklerinden asla emin olamazlar. Bu nedenle de kendi davranışlarının
polisi olmaya başlarlar.
 Panoptisizm, yeni iktidar kipidir. Okullarda, kışlalarda, hastanelerde kullanılır. İnsanlar bu
sayede evrak dosyalarının fişleme ve sınıflandırma dizgelerinin nasıl kurulduğunu
öğrenir. Öğrenci ve hasta kümelerine sürekli uygulanan gözetleme teknikleri bir tarihten
sonra genelleşir.
23
24
Panoptikon ile ileri kapitalizmde bireylerin bilgisayar yoluyla gözlenmeleri arasında bir
paralellik kurulabilir. Foucault yeni iktidar yordamlarına artan nüfusu denetim altına almak
için başvurulduğunu düşünür. Kamu sağlığı, sağlık bilgisi, ev koşulları, uzun yaşamak,
doğurganlık, cinsel ayşamın yönetimi ve denetimi...
Cinsel yaşam siyasal bakımdan önemli bir konudur çünkü bedenin disipline edilmesi ile
nüfusun denetim altına alınması konularının kesişim noktasıdır.
http://www.youtube.com/watch?v=vVTKHI5ovyc
25
 Burjuva düşüncesi, araçları ve amaçları önceden tasarlayan bir bilinç öznesi üzerinde
durur. Buradaki özne ussal, özerk ve eyleme geçme özgürlüğüne sahiptir. Bu noktada
Max Weber’i takip eder ve Weber’in araçsal usa dair saptamalarını, Nietzsche ve
Weber’in araçsal usun yaşamlarımızı nasıl yaşayacağımız hakkında bize hiçbir şey
söylememesine yaptığı vurguyu paylaşır.
 Teknik ya da araçsal ussallığın yükselişinin açık bir sonucu gizi çözmeye çabalayan
«şeyleştirme» sürecidir.
 .
26
 Bu yönüyle Frankfurt Okulu’na yakınlaşır. Adorno ve Horkheimer kapitalist ekonomiyi
yalnızca araçlar ve amaçlar ussallığının dinamik ve özerk bir biçimi olarak
çözümlememişlerdir. Bu, üretim güçlerindeki artışa ve dış dünyanın baskı altına
alınmasına yol açmamış, aynı zamanda toplum mühendisliği ve psikolojigk yönlendirme
aracılığıyla üretim dizgesine uydurulan insanların baskı altına alınmaları da sağlanmıştır
 Dışsal doğayı kontrol altına almaya çalışan özne, aynı zamanda kendi içsel doğasına ket
vurmak zorundadır.
27
 Foucault’ya göre psikanaliz kimi etkinlikleri denetim ve normalleştirme işlev<i
görmektedir. Günah çıkarma yollarının kurumsallaşmasıyla ortaya çıkmış; cinselliğin
tıbbileştirilmesi olgusunun oluşumunda önemli bir payı olmuştur.
 Cinselliğin Tarihi’nde cinselliğe 18. yy.dan cinsel yaşama ise 19. yy.dan itibaren sahip
olduğumuzu ifade eder. Bundan önce sadece bedene (ete) sahibizdir.
 Foucault’ya göre cinselliğin anayurdu, Hıristiyanlıktaki günah çıkarmadır.
 Ortaçağda papazlar iman sahibine cinsel ayşamı hakkında ayrıntılı sorular sormaktadır.
Cinsellik, yalnızca bedene ilişkin biralan olarak görülmektedir. Reform ve Karşı Reform
Hareketleriyle cinsellik söylemi başka bir biçim alır. Günah çıkartırken papaz insanların
eylemlerini sorgulamakla kalmaz, onların niyetlerini de soruşturmaya başlar. Böylece
cinsellik, bedenle birlikte zihnin de gözetilmesi anlamına gelir.
 Dikkatler, söylem, eylem ve bedenden zihin ve onun niyetlerine çevrilmiştir.
28
 Foucault, çalışmalarında 18. yy.daki eğitim süreçleri ile insan bedenlerine ilişkin
düzenlemenin hapishaneler, okullar, fabrikalar gibi alabildiğine geniş bir kurumsal
mekanlar dizisi içinde ortaya çıktığını göstermektedir.
 Bu disiplinci uygulamalar sonucunda özneler yararlı, yumuşak başlı, üretken ve
öznelleşmiş birer varlık olarak görülmeye başlanmıştır.
 20. yy.ın başlarındaki cinsel yaşam söylemi, böylecebilimin konusu haline gelmiştir.
Psikanaliz, yeni bir bilimsel günah çıkartma yolu olmuş, Freud ortaya cinsel dürtüyü
koyarak bilime cinsellik üzerinde yeni bir baskı alanı açmıştır.
29
 Gerek çilecilik, gerekse burjuva toplumları, cinselliğin bastırılması yönünde bir çalışma
disiplini talep etmektedir.
 Cinsellik, doğal bir gerçeklik değil, bireyin gözlem ve denetim altında tutulmasına önemli
katkılarda bulunan bir söylemler ve uygulamalar dizgesinin ürünüdür. Cinsel özgürleşme
denilen şey de aslında bir kölelik biçimidir çünkü halihazırdaki «doğal» cinselliğimiz
gerçekte iktidarın bir ürünüdür.
30
 Foucault’nun başlıca amacı, tıp, psikiyatri, suçbilim ve toplumbilim gibi insan bilimlerinin
bilgi iddialarını ve uygulamalarını irdeleyerek modern toplumların denetim ve disiplin
altında tutulmasına karşı bir eleştiri geliştirebilmektir.
 İnsan bilimleri belli normlar inşa etmişlerdir. Öğretmenler, doktorlar, yargıçlar, polisler,
yöneticiler, kamu görevlilieri bu normları yeniden üretip meşrulaştırırlar. İnsan bilimleri,
insanı resmi bir çalışma konusu yaparken ussallaştırılmış yönetim ve toplumsal denetim
dizgelerinin genişlemesini olanaklı kılar.
 İktidar ile bilginin birbirleriyle karşılıklı olarak bağımlı olduklarını ileri sürer. İktidar ilişkileri
egemenden ya da devletten yayılmaz. Belli bir bireyin ya da sınıfın özel mülkiyetinde
olan bir şey değildir. Elde edilebilecek ya da gasp edilebilecek bir mal değildir. Daha çok
bir ağ niteliği taşır; iplikleri her yere uzanır.
31
 Foucault’ya göre iktidar bir bastırma, sınırlama ya da yasaklama olarak anlaşılamaz.
İktidar gerçekliği, nesne alanlarını ve doğruluk törenlerini üretir.
 İktidarın uygulanmasını, yeni bilgi nesnelerinin ortaya çıkmasına yol açması ve hatta
onları yaratması bağlamında düşünmemiz gerekir. Bilgi odlmadan iktidarın uygulanması,
bilginin de iktidara yol açmadan varolması olanaksızdır.
 Toplumsal, kültürel ve siyasal yaşamlarımızın tümüne yayılan karmaşık ve birbirleri
arasında ayrım gösteren iktidar ilişkileri, çoğunlukla çelişki içindeki özne konumlarını
genellikle cezalandırma yoluyla değil, toplumsal düzende yürürlükte bulunan norm ve
değerlerin içselleştirilmesi yoluyla güvence altına alır.
 Özne, bilen, isteyen, özerk, kendini eleştirebilen aşkın özne değil, çok yönlü, dağınık ve
belli bir merkezden yönetilemeyecek söylemlerin beşiğidir.
32
Jürgen Habermas
Frankfurt Okulu’nun son kuşağının en ünlü ismi.
Toplumsal hayat üzerinde çalışmayı doğa
bilimleriyle aynı düzeyde bir bilim olarak
değerlendirmek iki açıdan yanlıştır:
33
Jürgen Habermas
Bu değerlendirme insanların edimde bulunma biçimleri
hakkında bir hayli şey bilen muktedir, muhakeme sahibi
aktörler olarak neye benzedikleri konusunda yanlış bir
görüş üretir.
Habermas’ın modern entellektüel kültürde genel bir eğilim
olarak gördüğü şekilde, bilimin rolünün ya doğal ya da
toplumsal dünya hakkında edinebileceğimiz tek geçerli bilgi
biçimi olarak abartılmasına yol açar.
34
 Habermas, ideolojiyi bu ikinci noktadan yola çıkarak analiz eder.
 Ona göre, topluma ilişkin çalışmaları bir bilim olarak ele almak,
Marx’ı ve sonraki Marxistleri bir ikileme sürüklemiştir. Eğer
kapitalizm Marx’ın yazdığı gibi doğa biliminin kanunları gibi katı
kanunlara göre değişiyorsa, insanların kendi kaderlerinde etkin
olmaları nasıl mümkün olacaktır? Eğer insan davranışı
kaçınılmaz kanunlarca yönetiliyorsa, kendi tarihimizde
müdahalede bulunarak biçimlendireceğimiz hiçbir şey yoktur.
 Marksizm yalnızca katı kanunlar, kaçınılmaz eğilimler vb ile
ilgilendiği sürece toplumsal değişmeyi başarmanın bir temeli
olarak yetersiz kalır. Böylece beşeri özgürlüksüzlüğün bilimi olur.
35
Habermas, buradan yola çıkarak tüm bilginin
biçimlendirilebileceği tek bir kalıbın olmadığını ileri sürer.
Bilgi üç farklı biçimde olabilir.
1. Tüm toplumlar, maddi bir ortamda var olurlar ve doğayla
ilişkiye girerler (emek). Böyle ilişkiler, olayların kontrolünde bir
istem oluşturur. Pozitivizmin tüm bilgi için genelleştirdiği şey,
bu istemdir. Marksizm pozitivizme saptığı sürece, toplumsal
hayatın, toplumsal değişmeyi etkilemek için mekanik olarak
işleyen «üretim güçleri»ndeki gelişmelerce yönetildiğini
varsayar.
36
2. Fakat tüm toplumlar aynı zamanda «sembolik
etkileşim»i –bireylerin birbiriyle iletişimini de içerir. Bu
noktada anlamın anlaşılması için bir istem ortaya
çıkar. (hermeneutik)
3. Üçüncü olarak her bir beşeri toplum, iktidar ya da
egemenlik ilişkileri içerir. Özgürleşim istemi
egemenlikten uzak, eylemin rasyonel özerkliğini elde
etmeye ilişkin bir bilgi oluşturucu istemdir.
37
 Bilgi oluşturucu istemlerin her biri, belirli bir disiplin biçimine
bağlıdır.
 Empirik-analitik bilimler öndeyi ve kontrol istemi için uygundur.
Anlamın anlaşılması ya da yorumlanması, tarihsel-hermenötik
bilimler, eleştirel kuram ise insanların egemenlik sistemlerinden
özgürleşmesi ile ilgilenmektedir. Bu noktada, «tahrip edilmemiş
iletişim» nosyonuna önem verir.
 Tüm beşeri dilsel iletişimin tüm konuşmacılar tarafından zımni
olarak yapılan «geçerlilik iddiaları» içerdiği nosyonundan yola
çıkar.
 Bir ideal konuşma durumu öngörür.
38
 Habermas’a göre bir kimse başka birine bir şey söylediğinde, o
kimse zımni olarak şu iddialarda bulunur:
1.Söylenilen şey, idrak edilebilir bir şeydir. Yani belirli bir
sentaktik ve semantik kurala uyar; diğerlerince anlaşılabilir olan
bir anlam çıkar.
2.Söylenilen şeyin önermesel içeriği doğrudur. Yani konuşmacı
doğru olgusal iddialar dile getirir.
3.Konuşmacı söylediği şeyde samimidir. Dinleyeni aldatmayı
amaçlamaz.
39
 Tahrip edilmemiş iletişim, konuşmacıların tüm geçerlilik
iddialarını savunabilecekleri dil kullanımıdır. Bu dil kullanımında
söylenilen şey anlamlı, doğru, doğrulanmış ve samimidir.
 Bilimi içeren fakat onunla sınırlı olmayan herhangi bir olgusal
tartışma alanında rasyonel bir uzlaşım, yalnızca «daha iyi olan
argümanın gücüyle» ulaşılan uzlaşımdır. Bir doğruluk iddiası,
bu iddiayla ilgili kanıtı aklında tartmaya muktedir olan herhangi
bir kimsenin o iddiayı yapan kimseyle birlikte aynı sonuca
ulaşabileceği bir iddiadır.
40
İdeal konuşma durumu, dilin doğasında asli olarak vardır.
Dili kullanan herkes bu yolla doğruluk iddiası da
dahil,dört geçerlilik iddiasını doğrulayabileceğimizi
varsayar.
Tekil bir konuşma, bireylerin birbiriyle özgür, açık ve
eşit bir iletişimde yaşayabileceği bir toplumsal hayat
biçiminin olasılığına dayanır.
İdeal konuşma durumu,etkileşim ve toplumsal
kurumların hali hazırda var olan biçimlerinin
yetersizliğine ilişkin eleştirel bir ölçüt sağlar.
41
İleri kapitalizmin taleplerinin demokratik kurumların ve
normların alanını ve anlamını sınırladığını ileri sürer ve buna
karşılık normatif demokrasi yaklaşımını getirir. Buna göre,
periyodik oylama ve seçimler dışlayıcı uygulamalardır. Özel
çıkarcı rasyonalite yerine, çatışmaların uzlaşmacı biçimde,
müzakereler aracılığıyla çözüldüğü pratik bir rasyonalite
kavrayışı geliştirilmelidir.
42
Bu noktada, tek meşru otoritenin yurttaşların kendi
aralarındaki tartışmaların ifadesinden, yani «söz»den
kaynaklandığı bir kamusal alanın varlığına işaret eder.
Kamusal alan, serbest sözün alanı olarak zorunluluk ve
buyruklardan soyutlanmalı; müzakere yurttaşların özgür
sözüyle kurulu bir politik proje olarak görülen modern
yurttaşlığın temelinde yer almalıdır.
43
Habermas, buradan, müzakereyi ortak anlayışlara ve
kolektif yargıya ulaşmanın başlıca yolu olarak gördüğü,
hakların yanında sorumluluğun, özel çıkarların yanında
kamusal yargıların yer aldığı bir «kamu alanı»
modeline ulaşır.
Bu noktada liberal ve cumhuriyetçi çizgilerin dışında bir
yurttaşlık modelini öngören, devletin dışında gelişen, güç
ve statüden yalıtılmış bir kamusal alanda gerçekleşen
«söylemsel demokrasi» kavramlaştırmasına ulaşır.
44
Söylemsel demokrasi, Habermas’ın «iletişimsel eylem»,
«iletişim etiği» ve «ideal konuşma durumu» adını verdiği üç
temel kavram tarafından şekillendirilmiştir.
Bu kavramların gönderme yaptığı müzakere modelini
anlayabilmek için öncelikle Habermas’ın «yaşam alanı»
(lifeworld) ve «sistem alanı»(system world) arasında yaptığı
ayrımı anlamak gerekir.
45
Sistem alanı: bünyesinde hem özel hem de kamusal olana
ilişkin unsurlar barındıran ve toplumun temel yönetme
sistemlerini, devleti, ekonomiyi, makro sosyal yaşamın para
ve güç tarafından şekillenen alanını kapsar; bürokrasi ve
Pazar gibi güçlerin kontrolünde bulunur.
Yaşam alanı ise aileyi ve kamuoyunu içerir; anlamların
tartışıldığı, kimliklerin bireyler tarafından kurulduğu,
devletten bağımsız olarak politik birliklerden ve etkileşimden
oluşan, yüz yüze deneyimin, konuşmanın, geleneklerin,
kavrayışın, normların ve dayanışmanın gündelik alanıdır.
46
 Bu iki alan, iki temel eylem biçimini ortaya koyar. Stratejik
eylem, sistem alanına özgüdür. Özne-nesne ilişkisine dayanan
ve insanın doğa üzerindeki egemenlik sürecinin kurucusu olarak
görülebilecek eylem biçimidir. Stratejik eylemi yönlendiren ve
açık ve tutarlı hedeflere yönelik olarak uygun araçları seçme,
tahmin etme ve uygulama kapasitesiyle şekillenen araçsal
rasyonellik, doğudan problem çözmeye, başarıya yönelik bir
eylem türü getirir.
 Bu pratik amaçlı eylem biçimleri bürokrasinin, kişinin dışındaki
kurumların işlev gördüğü sistem dünyasının yan ürünleridir.
47
 Habermas, modern toplumun temel probleminin, bilimselleşme,
bürokratikleşme, sosyal yaşamın ve politikanın ticarileşmesi gibi
gelişmelerin sonucunda, sistem alanına ait olan bu araçsal
rasyonelliğin ait olmadığı yerleri işgal etmesi olduğunu belirtir.
48
 Yaşam alanı ise, kamusal alanı da kapsar. Burada gündelik
deneyimde yer alan, sıradan insanların ve toplulukların, özneler
arası etkileşimi, karşılıklı anlayışa ve uzlaşmaya dayanan
iletişimsel eylem hakimdir. Bu eylem biçiminin katılımcıları,
stratejik eylemin aksine, sadece başarıya yönlendirilmemişlerdir.
Habermas’ın müzakereci demokrasi kavrayışının temeline
yerleştirdiği iletişimsel eylem biçimi açısından esas olan, karşılıklı
anlayışın ve diyaloğun yer aldığı kamusal tartışmanın koşullarını
yerine getirmektir.
49
Bu koşullar: baskılanmamış, egemenlik ilişkilerinden ve
aldatmadan, yönlendirmeden, yanıltmadan muaf, özgür bir
iletişim yoluyla karşılıklı etkileşimi esas alan, her
konuşmacının katılmada ve söz söylemede eşit şansa sahip
olduğu, güç hiyerarşilerinin yer almadığı bir iletişim durumu
gerektirir.
50
Bu yönüyle Habermas’ın «demokratik söylem teorisi»
inanç ve eylemlerin kamusal olarak iyi gerekçelerle
desteklendikleri rasyonel bir kamusallık kavrayışını getirir.
Burada söz konusu olan rasyonellik araçsal değil iletişimsel
bir boyut içerir; sosyal yaşamın içindeki etkileşimden
kaynaklanır. İletişimsel rasyonellik, özneler arası anlayışa,
eylemlerin tartışma aracılığıyla yönlendirilmesine ve
topluluğun üyelerinin toplumsallaştırılmalarına dayanan
iletişimsel eylemin hangi ölçülerde yetkin aktörlerin yansıtıcı
anlayışlarına bağlı olduğu ile ölçülür.
51
İletişimsel rasyonellik bu yönüyle gücün uygulanmasıyla
doğan egemenlikten, aldatmacadan, stratejik eylemden
bağımsızdır ve özneler arası söylemin normatif yargılarla
işlemesi sonucunda oluşur.
Politik kamusal alan, rasyonel tartışmanın evrensel
normlarıyla donatılmış ve bünyesinde Habermas’ın
“iletişim etiği” olarak adlandırdığı ilkeleri barındıran
iletişimsel eylem aracılığıyla şekillenmektedir.
52
 İletişimsel etik kavramı, demokrasi ideali ile iletişim ideali
arasında her bireyin kurulu evrensel bir söyleme gereksinim
duyulması noktasında bir benzerlik kuran G.H. Mead’in
rasyonellik kavrayışının getirdiği “evrensel ve rasyonel” bir
tartışma idealinin uzantısıdır.
 Mead gibi Habermas da toplum eleştirisinin mantıksal
temeline iletişimi koymuş, rasyonellik ve iletişim arasında
içsel bir bağın bulunduğunu ileri sürmüştür.
53
Habermas için iletişim “öteki”nin rolünü almayı içeren
bir öznelerarasılık getirdiği için rasyonelliğin başlıca
kaynağını oluşturur. Rasyonel tartışmanın ideal biçimi
ise etkileşim aracılığıyla gerçekleşecektir.
Rasyonel iletişimin etik ilkesi, bir normun geçerlilik
kazanması için tartışmaya katılan herkesin onun
üzerinde anlaşmış olmasıdır.
54
Tüm aktörler iletişimsel yetkinliğe, iddialar geliştirme ve
onları sorgulama konusunda eşit ve tam kapasiteye
sahip olmalıdır.
Yetkin aktörlerin katılımına ilişkin hiçbir sınırlama
getirilmemeli ve bu koşullar altıda tek hakim otoritenin,
en iyi iddianın (argümanın) otoritesi olması
sağlanmalıdır.
55
 İletişimsel eylem içinde gerçekleşen kanıtlara dayalı tartışma
süreci, konuşmacının dinleyicinin anlayabileceği, paylaşabileceği
rasyonel ve gerçekçi öneriler getirdiği uzlaşmasal bir söylemin
kurulmasını esas alır.
 Konuşma içinde yer alan taraflar, kendi kişisel çıkarlarını en iyi
biçimde ancak diğerlerinin savlarını dikkate almak ve bunların
içinden “en iyi” olanları seçebilmek amacıyla yürüttükleri diyalojik
süreçlerin yarattığı uzlaşma ortamı içinde koruyabilirler.
56
 Bu kapsamda yürütülecek bir kamusal tartışmanın ele aldığı
sorunlar da rasyonel biçimde düzenlenmeli, yani ilgili kişilerin
ortak çıkarına yönelik olmalıdır. Katılımcıların kendi kişisel
tercihlerini aştıkları ve sorgulayabildikleri bir tarafsızlık koşulu
getirilmektedir.
 İletişim etiğinin işleyiş normları altında müzakereci demokrasi,
bireylerin kendi özgürlüklerinin koşullarını oluşturdukları
tartışmalarla şekillenen bir kamusal alan içinde, kendi çıkarlarını
ortadan kaldırmamakla birlikte onların üzerinde yer alan bir “ortak
iyi”yi tanıma kapasitesine sahip özgür ve eşit bireyler arasında
rasyonel uzlaşmanın sağlanması yoluyla gerçekleşir.
57
 İdeal konuşma durumunun ilkeleri:
1. Bir söylemin tüm (potansiyel) katılımcılarının iletişimsel söz
edimlerini kullanmada eşit şansı olmalıdır; yani söylemi başlatma
ve devam ettirme şansları eşit olmalıdır.
2. Tüm (potansiyel) katılımcıların temsil edici söz edimlerini
kullanma, tutumlarını, duygularını ve niyetlerini dile getirme şansı
eşit olmalıdır.
58
 İdeal konuşma durumunun ilkeleri:
3. Tüm (potansiyel) konuşmacıların konuşma edimlerini düzenleme
olanağı bakımından eşit şansı olmalıdır; eşit olarak hem buyruk
verme, hem karşı çıkma, iddialara izin verme ve yasaklama
olanakları bulunmalıdır. Aynı şekilde bunların söz verme ve verilen
sözleri kabul etme ve haklılaştırmalar, gerekçeler sağlama ve talep
etme eşit fırsatları olmalıdır.
4. Tüm (potansiyel) katılımcıların betimleyici söz edimlerini kullanmakta
eşit fırsatları olmalıdır. (Erol Mutlu, İletişim Sözlüğü)
59