ikinci yeni 1954

Download Report

Transcript ikinci yeni 1954

İKİNCİ YENİ
1954 - ………….
“İkinci Yeni”, Muzaffer [İlhan] Erdost’un 19
Ağustos 1956 tarihinde Son Havadis’te yayımlanan
bir yazısının başlığıdır. 1953’ten beri yayımlanan
şiirlerde
Erdost’un
bir
bu
“başkalık”
yazısı
olduğunu
ve
Pazar
fark
eden
Postası’nda
yayımlanan daha sonraki yazıları, o günlerde
yazılan ve daha öncekilere göre yeni olan bir şiiri
anlamaya yönelik önemli bir çabadır. Tartışmalarda
şairlerin ayrı ayrı şiirlerinden hareket edilmediği ve
hepsine birden “İkinci Yeni” dendiği için, bu ad, kısa
sürede yerleşmiştir.
GENEL TARİHÇE


TOPLUMSAL ORTAM ve SİYASAL ORTAM
Bu dönemin temel özellikleri “baskı ve bunalım”
sözcükleriyle özetlenebilir. Atilla İlhan’ın ifadesiyle Birinci
Yeni İnönü diktasının, İkinci yeni ise Demokrat Parti
diktasının bir sonucudur. Özellikle Demokrat Parti’nin
ikinci döneminde basın ve aydınlar üzerindeki baskıların
artması parlamenter sisteme geçişle birlikte geleceğine
inanılan demokratik hayatla ilgili hayal kırıklığı yaratır.
Bundan ötürü egemen çevreyle uyuşamayan, ama harekete
geçemediği için onu değiştirme umudunu da taşıyamayan
yahut taşıyıp da zamanla korkudan yitiren, yılıp sinen
kimi şair ve yazarların, en çok da ara tabakalardan gelme
küçük burjuva aydınların toplumla bağları gittikçe gevşer.
BİRİNCİ YENİDEN FARKLILIKLARI
İmgeye kapıları yeniden ve sonuna kadar açmak
 Edebi sanatları özgürlük tanımak
 Basitlik, aleladelik ve sadelikten ayrılmak
 Konuşma diline, ortak dile sırt çevirmek
 Halkın yaşamından ve kültüründen uzaklaşmak,
folkloru şiire düşman bellemek
 Nükte, şaşırtma ve tekerlemeden kaçmak
 Şiiri akıldan ve anlamdan kaydırmak
 Duyguya ve çağrışıma yaslanmak
 Konuyu, hikayeyi, olayı atmak
 “Yoksul çoğunluğa” değil, “aydın azınlığa”
seslenmek

İKİNCİ YENİNİN ÖZELLİKLERİ



Gelenekten Kopma: İkinci yeni içerik ve biçimce Türk şiir
geleneğinden bağları koparmaya çalışır.
Biçimciliğe Kayma: Biçimi içerikten üstün ya da ayrı görür,
ona öncelik tanır. Şiirde manayı önemsemezler.
Değiştirim: Dili değiştirmeye ve ve dilde deformasyona çalışır.
Konuşma diline, yaygın/ortak dile sırt çevrilir, soyut bir dile
ulaşmaya çalışılır, Türkçe’nin yapısı zorlanır, gramer
kuralları az-çok çiğnenir. Söz dizimi bozulur, seslerle
hecelerin, sıfatlarla fiillerin yerleri değiştirilir ya da saptırılır,
öznesi olmayan ya da anlamı tamamlanmayan cümlelerin
düzenlenir, birbiriyle ilgisiz ya da az ilgili sözcükler yan yana
getirilir.
Bekle ki soğanlar salatalar yağsın
Nisan yağmuru yeşersin
Çıktım bir bir camları, caddeleri indirdim, ses yok
İlhan Berk
Ben derim: sana olmak, seni yürümek
Besbelli seni büyümek kendimde
Çocuklar ekmek yiyorlar gibidir sesin
Edib Cansever
Ben var ölmek, istemek
Vişne rengi bir balta
Tırnaklarını kesmek
Sonra atlamak ata (Ülkü Tamer)
Çoğaltan ellerini seviyorum kaç kişi
Cemal Süreyya

Karıştırım
Anlatımda karıştırımlara başvurmak. Bunun için duyular
ya da algılar karıştırılır: Bir duyunun, algının yerine öbürü
konulur.
En akıllı tarafımdır balıkla deniz tutmak
Saçlarla gözleri kesiyoruz makaslar konusunda
Pencereli yıldız, misafirli oda
bol bol öttürüyorsunuz onları
Sonra o gider sesini yıkardı
Ben alkol yiyorum çatır çatır
Makarna içiyorum beyaz sülük gibi
Özgür Çağrışım: Özgür çağrışım yöntemini
kullanır. Bunun için uzak ya da kopuk
çağrışımlarla çalışılır. Hatta, bazen anlamı
bozmak ya da kaldırmak için karşıt çağrışımlara
başvurulur.
Ay doğar kuyulara yalın ayak
Telgraf tellerinde gemi leşleri

Bol kollu iki çocuksuz
Oynak gözlerinde uzak nal sesleri
Yalnızlığın geyik gözlü köşesinde
Bir rafa koyabilsen
Olup biteni ve onları

Soyutlama: Bunun için parça bütünden, tekil
çoğuldan koparılır. Gerçekte birbirine bağlı
nitelikler yahut nesneler tasarım yoluyla
birbirinden ayrılır. İnsanlar hem birbirlerinden,
hem de kendilerini belirleyen çağ, çevre, yer ve
toplumdan soyutlanarak sunulur.
Bir kız vardı yok gibi öyle güzel
Ne yerde ne gökte belki tuzda
Şey ile şeysiz geçiyorum o kapanık güneşlerde
E sesinde yüzlerce tren yürürdü Galile’de
Tümü bir uzak denizde A’lar, V’ler, U’larla

Anlamsızlık: Anlamdan uzaklaşır. Bunun için anlam bazen ya
geriye itilir ya da atılır. Bir şeyi doğrulamak, anlatmak, tasvir
etmek gibi işlemlerden, konu, olay ve hikayeden sıyrılmaya
uğraşılır. İkinci yeni anlamsız şiir diye adlandırılır. Bütün şairler
buna uygun eserler vermese de anlamsızlığa yakınlık duyar,
bazısı da sınırlı bir anlamsızlıkla ya da rastlantısal bir
anlamsızlıkla yetinir. İkinci yeni anlamdan çok görüntüye
bağlıdır. İlhan Berk’e göre anlam kadar şiiri düşman bir şey
yoktur.
Şey dedi şeyin eline alıp baktığı bu
Uzun sular olur duymak gibi bir şeydiniz
Yaprağını göstermeden uçan balık
Ne bilsin aynadaki çıngırağı
Saçlarından bir tavşan geçiyor

İmgeleme: İmgeyi içeriğin üstüne çıkarırlar. Bir
şey anlatmayan görüntü içerikten daha
önemlidir.
Ne camların yosunu
 Ne rüzgarı şiltelerin


Bir çelik mavisi damar tam da çenemin üstünde


Us / Akıl Dışına çıkma: Akıl dışına yönelirler. Bunun için de
seyrek de olsa aklın kuralları, mantığın ilkeleri aşılır yahut
çiğnenir, gerçeğin niteliği bozulur yahut düzeni yıkılır.
Birinci Dünya Savaşı birtakım kentlerle birlikte Batı
toplumlarının bağlandığı değerleri de yıkmıştı. İnsanlar (özellikle
sanatçılar, şairlerle ressamlar) ahlakın, usun, mantığın da bu
yıkımdan kurtulamadığını , hiçbir şeyin sağlam ve sürekli
olmadığını görmüşlerdi. İçine yuvarlandıkları güvensizlik,
yabancılaşma ve umutsuzluk ortamı onları nihilizme, tüm
yargıları, kuralları, kurumları, gelenekleri, inançları reddetmeye
götürdü. Bunun sanatta yansıması önce dadacılık ardından
gerçeküstücülük şeklinde belirdi. Her şeye baş kaldırıyor, sınırsız
bir özgürlük istiyorlardı.

Gökyüzüne indim

Denizin pencereleri sürgülüydü.

Güneşimi arılar yedi gecesiz kaldım




Güç Anlaşılma: Kapalı anlatımı tercih ederler.
Okurdan Uzaklaşma: Mutlu, aydın azınlığa
seslenirler
Halktan uzaklaşma: Garibin aksine halka sırtını
çevirir. Halka seslenmeyi, konuşma diline
yaslanmayı reddederler.
Çevreden Ayrılma ve kaçış: Ortak dilden kaçılır.
Halktan, tarihten uzaklaşılır.
EDİB CANSEVER
İkinci Yeni şiirinin öncüleri arasında kabul edilen Edip
Cansever (8 Ağustos 1928 - 28 Mayıs 1986), bu hareketin
eleştirmenlerce
belirlenen
“ilke”lerini
benimsememiş,
şiirimizin 1950'li yıllardaki atılımını ise, “bir karşı çıkışın
değil, bir yetersizliğin sonucu” olarak görmüştür. Cansever,
İkinci
Yeni’nin
temel
yönelimleri
arasında
sayılan
“anlamsızlığı”, “rastlantısallığı” ya da “us dışına çıkmayı”
değil, “düşüncenin şiiri”ni savunmuştur. Bu “akım”a atfedilen
“bireycilik”, “topluma sırtını dönme” ve “geleneğe karşı çıkma”
gibi özelliklerin karşısında ise, şiiri “toplumla ilgiler kurmak”
olarak tanımlamış ve “şiirde sürekliliğe” vurgu yapmıştır.
Cansever, sözdiziminde ve özellikle sıfat ve isim
tamlamalarında
yaptığı
değişiklerle,
olanaklarından
yararlanarak
“dize”ye
şiirde
düzyazının
farklı
işlevler
yüklemesiyle, diyalog ve iç monolog gibi teknikleri kullanarak
kendine özgü bir ses, imge ve anlam düzenine ulaşmasıyla
yeni bir şiir kurmuştur. Bu yenilikte insanı “toplum içinde bir
birim” olarak almasının, kentleşmenin ve makineleşmenin
getirdiği bunalımı yaşayan, bu nedenle de çoğunlukla yalnız,
sıkıntılı,
yabancılaşmış
ve
çaresiz
olan
bireyi
öne
çıkarmasının payı büyüktür. Bir şiirinde “yapılan bir şeydir
şiir” diyen Edip Cansever’in “toplumla ilgiler kurma” ve
“çağının şairi” olma çabasına kullandığı teknikler de katkıda
bulunmuştur.
Edip Cansever, ilk şiirlerini henüz 19
yaşındayken yayımladığı İkindi Üstü (1947) adlı
kitabında bir araya getirmiştir. Şair, çoğunlukla
Garip hareketinin etkisiyle yazılmış şiirlerin
bulunduğu bu kitabın yeni basımını yapmamış
Birçok
yazar,
Cansever’in,
üçüncü
kitabı
Yerçekimli Karanfil’den (1957) itibaren “İkinci
Yeni”
çizgisine
katıldığını,
yedinci
kitabı
Tragedyalar (1964) ile birlikte ise, bu “akım”dan
ayrıldığını ifade etmiştir.
MASA DA MASAYMIS HA
Adam yasama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakir kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İste onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana misin demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu. (Edip Cansever)

Belirsizlikler
Atlar atlar atlar
Geçtiler penceremin önünden
Buğulu cam, buğulu cam, buğulu
cam
Geçtin penceremin önünden.
Attan, buğulu camdan, düşten..
Ben Bu Kadar Değilim
Ben bu kadar değilim
Kışlada ölü bir zaman
Bir güzel at durdukça gider
Gittikçe döner bir bir güzel at
durdukça
Askerim, benim ağzım kuşlardan.
Güneşi sormuyorum lekelenmiş
dallardan
Dalları sormuyorum dallardan daha
iyi
Yüzümü istiyorum bir süvari
alayından
Ne yapsam istiyorum, ama istiyorum
Bir kişi bile değilim yalnızlıktan.
Bir kişi bile değilim yalnızlıktan
Gözlerim ormanlara asılı
Ağaçlar, kırlar ve şehirler geçiyor
kaputumdan
O kadar geçiyorlar ki, sadece
duruyorum
Bir an bir yerde ölümü
tanımazlığımdan.
Ben bu kadar değilim
Kışlada ölü bir zaman.
Yeşil ipek gömleğinin yakası
Büyük zamana düşer.
Her şeyin fazlası zararlıdır ya,
Fazla şiirden öldü Edip Cansever.
Cemal Süreya (“Edip Cansever” 235)
İLHAN BERK
“Dünyaya yazmak, dünyaya bir onun için bakmak. Yani
dünyada olmayı, bu dünyada yasamayı bir kenara atıp salt
onu yazmak için yasamak! Yazmakla yasamayı birlestirmek,
birbirine karıstırmak ... (…) Cehennem bu. Kisi yeryüzünde
böylesine somut, acımasız bir durumu yüklenmeye görsün,
mutsuzlugun dikâlâsını tasıyor demektir. Bu yerküreyi, bu
yerküredeki
anakaraları,
denizleri,
insanları,
bitkileri,
hayvanları görmemek; nehirlere nehir, gökyüzüne gökyüzü,
ormanlara orman, kuslara kus, bir sokaga sokak, bir eve ev,
bir
agaca
agaç,
çocuklara
çocuk,
sevilere
bakmamak; salt yazmak için bakmak! (...)”4
sevi
olarak
İlhan Berk’in poetikasını kesin çizgilerle
saptamak güç, hattâ yanlış bir çabadır. Berk,
poetikasını sürekli değişim üzerine kurar. Her
şiir ve kitap onun için yeni bir başlangıç
anlamına gelir ve buna bağlı olarak kullandığı
dil, biçim gibi teknik malzemeyi sürekli
değiştirir. Bunu yaparken birçok şiirde onun usa
karşı çıkan bir tutum sergilediğin söylemek
yanlış olmaz.
Bu nedenle İlhan Berk, şiiri laboratuar
malzemesi gibi inceleyen bir “deneyci” olarak
nitelendirilebilir.
Berk, alıntıdan da anlaşılacağı üzere şiirini yatay
bir çizgide sürdürür. Türk şiirindeki bazı şairler
gibi belli konularda derinleşme, dikey bir çizgide
gelişme göstermez.
Şiirinde açık bir anlam yoktur hatta anlamsızlık
hakimdir.
ANLATILIR GİBİ DEĞİL YASI ÇİÇEKLERİN
Karanfil
Adın her sabah uyandığımız gökyüzünün yerini aldı.
Hangi su olursa olsun
Yeşil sen bakınca.
Her gün sen baktıktan sonra
Bu kadar güzel
Bu gökyüzü.
Fesleğen
Sen varken karanlık bilmez
Hiçbir su.
Hiçbir su
Kaybolmaz.
Sarı Çiğdem
İlk biz geldik dünyaya
Gelir gelmez
Sevmeyi çalışmayı öğrendik
Bir gün yası öğreneceğimizi
Hiç bilmiyorduk.
Defne
Kimse ölümü övemez
Seni gördükten sonra
Kulluğu
Savaşı
Güzel gösteremez.
Lale
Yalan Ayvaz'ın laleyi sevmediği
Doğru değil sonra
İlk defa çiğdemin gördüğü dünyayı
İlk Ayvaz geldi
Bu manzara
Ona bakarak geldi
Hep ona bakarak geldik.
Köroğlu
YAZIT,I
"NE BÖYLE SEVDALAR GÖRDÜM
NE BÖYLE AYRILIKLAR"
Ne zaman seni düşünsem
Bir ceylan su içmeye iner
Çayırları büyürken görürüm.
Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz
Alır beni.
Seni düşündükçe
Gül dikiyorum elimin değdiği yere
Atlara su veriyorum
Daha bir seviyorum dağları.
İşte A, D, Z, saçın gecesi,
Geç evim, ey benim eski zaman
ırmağım.
Bir yerdeyim, oranı iniyorum.
İşte açık aynasındasın
bunluğumun.
Ben size ne dedim rüzgârın atları
Ki oraya çıkıyorum.
Gelin durun benim eksenime
Vardır ölümün büyük evleri
çıkarsınız.
Otağ
CEMAL SÜREYA

Cemal Süreya 1931'de Erzincan'da doğdu. 1938'de Dersim İsyanı sonrasında ailesi Bilecik'e sürgün
edildi. 9 ocak 1990 tarihinde İstanbul'da ölmüştür. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi maliye
ve iktisat bölümü'nü bitirmiştir.Maliye Bakanlığı'nda müfettiş yardımcılığı ve müfettişlik, darphane
müdürlüğü, Kültür Bakanlığı'nda kültür yayınları danışma kurulu üyeliği, Orta Doğu İktisat Bankası
yönetim kurulu üyeliği ve 25 yılı aşkın Türk Dil Kurumu üyeliği görevlerinde bulunmuştur.
Yayınevlerinde danışmanlık, ansiklopedilerde redaktörlük, çevirmenlik yapmıştır.

Ağustos 1960'tan itibaren yalnızca dört sayı çıkarabildiği Papirüs dergisini Haziran 1966- Mayıs 1970
arası 47, 1980-1981 arası iki sayı daha çıkardı. Pazar Postası, Yeditepe, Oluşum, Türkiye Yazıları,
Politika, Yeni Ulus, Aydınlık, Saçak, Yazko Somut, 2000'e doğru gibi yayın organlarında şiir ve yazılarını
yayımladı.

İkinci yeni hareketinin önde gelen şair ve kuramcılarından sayılan Cemal Süreya'nın ilk şiiri "Şarkısı
Beyaz" Mülkiye dergisinin 8 Ocak 1953 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Geleneğe karşı olmasına
rağmen geleneği şiirinde en güzel kullanan şairlerden birisiydi. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı
buluşlarıyla, zengin birikimi ile, duyarlı, çarpıcı, yoğun, diri imgeleriyle ikinci yeni şiirinin en başarılı
örneklerini vermiştir. Ölümünden sonra adına bir şiir ödülü kondu. 1997'de de Cemal Süreya arşivi
yayımlandı.
“BENIM ÜRÜNÜM YOKTU KI. TAM ÜÇ YIL GECE GÜNDÜZ ÇALIŞTIĞIM HALDE, YAYIMLAYABILECEĞIM BIR
DÖRTLÜK BILE KOTARAMAMIŞTIM. DIZELERIN ARDINA TAKILIR, ONLARI BIR TÜRLÜ GELIŞTIREMEZDIM (…)
GELIŞTIRDIKLERIMI DE BEĞENMEZ, YOK EDERDIM HEMEN. KIMSEYI BEĞENMIYORDUM; AMA ONLARINKI
GIBISINI DE YAZAMIYORDUM. KISACASI KORKUYORDUM. UMUDUMU BITIREBILECEĞIM TEK VE İLK ŞIIRE
BAĞLAMIŞTIM. BIR TANE “KOTARSAM ARDI GELIR DIYORDUM.”
ŞARKISI BEYA
Ayıcılar geçti, affedilmemiş insanlar
geçti
Şehirler taş yürekliydi şarkısı-beyaz
İnsanların büyük rüyaları vardı
İnsanlar bir ölümle öldüler ki
Sevgiler arasında şaşırıp
Bir unuttular ki deme gitsin
Ben olanca kuvvetimle halatlara
asılıyorum nafile
Ben ayrı düşmüştüm bir kere
Ayrı düşmüştüm insanlardan
Bu yıldız tutmaz mavilikte
Ne deniz ne köpük kar der bana
Arada bir ağlamak için
Onu kocaman ellerimle sevdim
Ölüm daha saçlarına gelmemişti şarkısıbeyaz
Saçlarını kestim ,şarapla ıslattım
Saçlarını koynumda saklıyorum
Arada bir ağlamak için
Ve suların altında mavileyin
Küstah bir çalparaydı ayağını uzatmış
Mesut hatırasına balıkların
Ve kocaman küfürleriyle sarhoş
Yatardı yavaşlamış tüyleriyle
Gemicilerin öldürdüğü kuş
Siraküzaya uğrayamadık
Torbadaki çakıllara baktım şarkısı -beyaz
Sonra dalgalar geldi dile
Sonra bir mavilik aldı her yerimizi;
Nasıl hatırlıyorsan dünyayı
Öyle
8 ocak 1953/Mülkiye dergisi

Desenler çizer. Sezai Karakoç’un Mona Roza şiirlerini o desenler.
Asıl “Gül” şiiriyle ses getirir. Hikaye ve eleştiri yazar.
GÜL
Gülün tam ortasında ağlıyorum
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin
Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum
İstasyonda tiren oluyor biraz
Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım
Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
Kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene

Bunalımlı bir dönemdir. Garip şiiri bir yere gelip tıkanmış,
çıkmaza girmiştir. Bir kopma, bir dönüşüm gerektiği
düşüncesi oldukça yaygındır. Gül şiiri tam bu ortamda
1954’te Yeditepe dergisinin yedinci sayfasında yayımlanır.
Hilmi Yavuz’un deyişiyle Cemal Süreya, “bir oksijen gibi
Türk şiirinin imdadına yetişir.”

“Gül şiirine gelinceye değin, her akşam sokak ortasında
öldükçe
gülün
tam
ortasında
ağlayan
birini
daha
görmemiştik hiçbirimiz. Trenlerin istasyonlarda biraz
olduklarını da! Müthiş bir dil yeniliğiyle ve müthiş bir
duyarlılıkla, bir şair, hem de 24 yaşında bunları nasıl
yazabilirdir?”

Süreya’ya göre Orhan Veli kuşağı şiire kasket
giydirdiler. Portakal yemesini öğrettiler. Şiiri insan
içine çıkardılar. Ama işte bu kadar. Onların şiir
metodu düzyazı ve hikaye metoduydu.”

O,
ikinci
yeni
içindeki
marjinal
hareketleri
kabullenmez. Ona göre “kelimeler canlıdır, soluk alır,
kağıt oynar, şarap içer, hürlük olsun isterler. Onlarla
çok
oynayabiliriz,
ezip
bükebiliriz
ama
kendi
doğalarına aykırı düşecek gibi daha fazla kullanırsak,
sıkboğaz edersek öldürebiliriz de.” Yine başka bir
yerde “şiir, salt biçimdir demiyoruz, belki en çok
biçimdir diyoruz” diyerek anlamsız şiire karşı çıkar.

İlk şiir kitabı Üvercinka 1958’de yayımlanır. Üvercinka ismi güvercin
kanadından kısaltılarak elde edilmiş bir isim. Büyük bir ilgiyle karşılanır
Üvercinka. Bazılarına göre bu kitap onu genç kuşağın en güçlü şaiiri yapar.

“Cemal Süreya’nın şiiri insan şiiridir. Sanatına rönesans ressamları gibi
insanla başlamıştır. (Sezai Karakoç)

Şiiri bütün fazlalıklarından kurtarmak istiyor, usun özgürlüğünden ne
güzellikler doğacağını gösteriyor. (Melih Cevdet Anday)

İkinci yeni onunla bir bayrak dikmiş oldu. (Gülten Akın)

Bir kuşak şairini arıyordu galiba buldu. (Orhan Duru)


ÜVERCİNKA
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Bir çok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajı'nda akşam üstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil

AFRİKA
Afrika dediğin bir garip kıta
El bilir alem bilir
Ki şekli bozulmasın diye Akdeniz’in
Hala eskisi gibi çizilir
Haritalarda
ÜSTÜ KALSIN
Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir...
Üstü kalsın...


DÜELLO
Bir düelloda
Daha büyük bir şey vardır
Ve daha acıdır bu
Ölümden de ölüm korkusundan da
Bakarsın dün en güvendiğin kişi
Karşı tarafın şahidi olmuş
İşte acıdır bu da
Ölümden de korkusundan da
Daha da acısı vardır ama
O da sevdiğin kadının
Karşı tarafı ziyaret etmesidir
Bu bir nezaket ziyareti de olsa
Düello gerçekleşmemiş de olsa
Acıdır bu
Ondan da ondan da
Daha da acısı
Kılıcın elinde
Alnında bir tutam güneş
Kalakalıyorsun ortada

BENİ ÖP SONRA DOĞUR BENİ
Şimdi
utançtır tanelenen
sarışın çocukların başaklarında.
Ovadan
gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan
çeviriyor o küçücük güneşimizi.
Taşarak evlerden taraçalardan
gelip sesime yerleşiyor.

DİLEKÇE
Sokağımsan
Ben anahtarı çevirdiğim zaman
Kapanan evin kapısı değil,
Senin kapın olsun açılan.
Adresimsen,
Mektuplarım doğru dürüst gelsin;
İki kişi telefonla konuşurken
Olmayalım hemen üç kişi.
Sesimin esnek baldıranı
sesimin alaca baldıranı.
Kentimsen,
Başka kentler de girsin araya;
Daha bir sevinçle katılayım,
Ve kuşlara doğru
fildişi: rüzgarın tavrı.
Dağ: güneş iskeleti.
Şenliğimsen.
Herşeyi yaz tarihimsen,
Ama her bir şeyi;
Tahta heykeller arasında
denizin yavrusu kocaman.
Dilimsen,
Sen de koru biraz dilliğini.
Kan görüyorum taş görüyorum
bütün heykeller arasında
karabasan ılık acemi
- uykusuzluğun sütlü inciri kovanlara sızmıyor.
Düşüncemsen,
Kızkardeşim pencereyi açsın;
Sorguçlu bir ışık aracılığıyla
Günyenisi dolsun içeri.
Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.
Uzat saçlarını Frigya,
Yarimsen,
Yurdumsan;
Söz ver Anadolu.
TEKNOKRATLAR36
Bütün mimarlar yüksek, mühendisler
de
Bir sen kaldın alçak mimar ey Sinan
Usta!
70.000 aşk ve 90.000.000 dize:
Ünlü şair İlhan Berk burda yatıyor!
N’olur yolcu, sevaptır, sakın üşenme
Yukardaki sayıya bir sıfırda sen ekle.
Hakçası bilmedikleri yoktur, bütün
balık adlarını bilirler bir kere,
Lunapark beğenisiyle düzenlenmiştir
yatak odaları,
Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak
viskiyi kâseyle içerler
Ama batılıdırlar da lahmacuna havyar
sürecek kadar,
BİR GÜN
Bir gün seni bırakırım ya
tütünü bırakmak gibi bir şey olur bu
Evet, gün geliyor, bıkıyorum senden,
ama İstanbul'dan bıkmak gibi bir şey
olur bu.











Şiir
Üvercinka(1958;Yeditepe Şiir
Armağanı)
Göçebe(1965;1966 TDK Şiir Ödülü)
Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973)
Sevda Sözleri (Uçurumda Açan ile
birlikte toplu şiirleri:1984)
Sıcak Nal ve Güz Bitiği(1988;
Behçet Necatigil Şiir Ödülü)
Sevda Sözleri (Bütün şiirleri:1990,
ö.s; YKY 1995).
Düzyazı
Aydınlık Yazıları / Paçal (1992)
Oluşum’da Cemal Süreya (1992)
Papirüs'ten Başyazılar (1992)
Güvercin Curnatası (Cemal Süreya
ile konuşmalar:
Mektup
Onüç Günün Mektupları
(1990,ö.s;YKY 1998)









Deneme
Şapkam Dolu Çiçekle (1976)
Günübirlik (1992)
99 Yüz (1991; YKY 2004)
999. Gün / Üstü Kalsın(1991)
Folklor Şiire Düşman (1992)
Uzat Saçlarını Frigya
(Günübirlik'in yeni basımı)(1992)
Günler(999. Gün'ün genişletilmiş
basımı: YKY (1992)
Toplu Yazılar 1: Şapkan Dolu
Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar YKY
(2000)
Toplu Yazılar 2: Günübirlik'ler.
(YKY 2000)
Sezai Karakoç, 1933 yılında Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde
dünyaya gelir. Babası Yasin Efendi'nin koyduğu isim Muhammed
Sezai'dir. Nüfus kayıtlarında Ahmet Sezai olarak geçer. Dedeleri,
Ergani ve yöresinde oldukça etkin kişilerdendir. Babasının babası
Hüseyin efendi, Plevne savaşına katılmış; Gazi Osman Paşa'nın
takdirini kazanmıştır. Aile Leventoğulları olarak anılır.
Şairin çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçer.
Altı yaşında ilkokula başlar ve 1944'te Ergani'de ilkokulu
tamamlar. Maraş ortaokuluna parasız yatılı öğrenci olarak kayıt
yaptırır.1947 de burayı bitirerek Gaziantep'te yine parasız yatılı
lise öğrenimine başlar. Gaziantep lisesinden 1950'de mezun olur.
Felsefe okumak istediği için İstanbul'a gider. Fakat babasının
arzusu ilahiyat fakültesidir. Kendi parasıyla okuyamayacağını
anlayınca, o zaman parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler
Fakültesi sınavına girer. Sınav sonuçlarını beklerken de Felsefe
bölümüne kayıt yaptırır. Eğer sınavı kazanmazsa felsefe eğitimi
yapacaktır.
Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanarak başladığı yüksek
öğrenimini, 1955'te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamlar. Pek çok
resmi görevde bulunur. Görevi icabı Anadolu'yu çok gezer ve birçok il, ilçeyi
inceleme, tanıma fırsatı bulur. 1960-1961 yıllarında yedek subay olarak
askerlik görevini yerine getirdikten sonra görevine kaldığı yerden devam eder.
1965'ten 1973'e kadar birçok kez istifa eder. 1973'ten bu yana da hiçbir resmi
görev almaz.
Kurucusu bulunduğu 'Diriliş Yayınları' ve 'Diriliş Dergisi' ile İstanbul'da
hizmete devam eder. 1990 yılında 'Güller Açan Gül Ağacı' Amblemiyle Diriliş
Partisini (DİRİ-P) kurar. Yedi yıl Partinin Genel Başkanlığını yürütür. Ancak
1997'de iki genel seçime girmedi gerekçesiyle parti kapatılır.
Devlet, millet ve medeniyet kavramlarına farklı boyutlarda anlam
yükleyen Sezai Karakoç'un kırk-bir yıllık 'Diriliş' doktrini etrafında düşünsel
alanda bir Diriliş Nesli oluşur.
Şiir, sanat ve düşünce ile yüklü hayatına, çilesine, duygu ve
duyarlıklarına değinmek çok da kolay değil. Bunun için büyük bir çalışma
gerekir. Kısaca, 'şiir üslubu bakımından, az çok İkinci Yeni'ye yakın sayılsa da,
şiirinde işlediği temalar, inandığı değerler bakımından şiirimizde yeni ve
değişik bir sestir' demek mümkün.
Şiir Kitapları:
Körfez (1959), Şahdamar (1962), Hızır'la Kırk
Saat (1967), Sesler (1968), Taha'nın Kitabı (1968),
Kıyamet Asisi (1968), Mağara ve Işık (düzyazı
şiirler, 1969), Gül Muştusu (1969), Zamana
Adanmış Sözler (1970), Ayinler (1977), Leyla ile
Mecnun (1981), Ateş Dansı (1987)...


Arkadaşı
Cemal
Süreyya'nın
Sezai Karakoç için yaptığı bir
tespitle başlayalım: "Bulgucu
adam. Belki de ülkemizde tek
bulgucu. Çok daha yetenekli bir
Mehmet
Akif'in
tinsel
görüntüsüyle
adamakıllı
bir
Necip Fazıl'ınkini iç içe geçirin,
yaklaşık bir Sezai Karakoç
fotoğrafı
elde
edebilirsiniz.
Türkiye'de
özellikle
sağın,
özellikle de mukaddesatçı kesimin
içinde yalnız bir başına. Hiçbir
ortaklığa girmez. Dışarıda ve
yukardadır.
Düşüncesini
de
öfkesini de hemen ortaya koyar...
yaşama konumu olarak tek ve
benzersiz."
SEZAİ KARAKOÇ ŞİİRİ
Sezai Karakoç, yenilikçi bir şairdir. Karakoç‟un
gençlik döneminde ortaya çıkmış ve bitmiş bir
şiir serüveni olan “Garip Akımı”na karşı durduğu
sebepleri göz önüne aldığımızda bu karşı
duruşun yeniliğin yanında sanat açısından
gerekli olan “gelenek” çizgisini de savunan bir
yapıda olduğu rahatlıkla söylenebilir. Karakoç
şiirin gelenek boyutunu “mana” özelinde ele alır.
şekilcilik yönüyle fazla uğraştığı söylenemez.
 Karakoç bir şair olarak Türk şiirinde kendine
özel bir yeri olan şairlerdendir. Ece Ayhan‟ın
ifadesi ile “yaşayan iki-üç şairden biridir”. En son
şiirlerini Karakoç yaklaşık yirmi yıl önce vermiş
ve uzun bir suskunluğa bürünmüştür.



Sezai Karakoç’un edebi projesi, klasik İslam
kültürünün imge ve mecazlarını modern bir şiir
anlayışı çerçevesinde yeniden yorumlayarak onları
çağdaş edebiyata kazandırmak ve böylece siyasi
projesini edebi alanda da gerçekleştirmektir.
Karakoç’un; ilk şiirlerinde, modern şiirin gerçeküstü
ögeleriyle kaynaşan, şaşırtıcı, çarpıcı benzetme ve
imgelerle yeni şiirin özelliklerini taşıdığı söylenebilir.
Biçim, bu şiirde fazlasıyla ön plandadır. İlk çıkışındaki
şaşırtıcılık zamanla yerini düşünceyi öne çıkaran,
geleneği modernize eden bir tavra dönüşmüştür. İkinci
Yeni’nin imge, izlek, eğretileme gibi yazınsal ögeleri
İslâmcı söyleme eklenmiştir. Bu yöneliş, aynı çizgide
tutunmaya çalışan birçok şairi de etkilemiştir. Etki
alanı bugünkü modern şiirin içine dek uzanmaktadır.
İslâmî duyarlılık ve söylem içinden köklenen pek çok
şair için, Sezai Karakoç’un şiiri örnek alınabilir ve
yeniden üretilebilir durumdadır.
II. ŞİİR ANLAYIŞI
Sezai Karakoç’a göre şiir “kelimeler ülkesi”dir.
Bu ülkeye girmenin bir usulü erkanı vardır. 0 da
‘atalara uyarak” bu kelimeler ülkesine “gülle”
girer. Şair adlı şiirinde de şaire şöyle seslenir “Ve
sen şairsin kelimeler ülkesindeki bilge”.
 Her ülkenin olduğu gibi “kelimeler ülkesi”nin de
kendine özgü kanunları, nizamları vardır. Tüm
sanatların kaynağı olan şiir, haddini bilmeli,
kendi alanını muhafaza ettiği gibi başka alanlara
da tecavüz etmemelidir.

A. ŞIIR TÜM SANATLARIN KAYNAĞIDIR:

Sezai Karakoç’a göre şiir tüm sanatların
kaynağıdır. Bütün sanatlar onun ateşini çalmış,
böylece, her sanata şiir yayılmıştır. “Bunun
içindir ki musiki parçasında şiir, resimde şiir,
mimaride şiir, sinemada şiir aranır. Ama, yine de
şair, şair olarak kalmak ve kaynağını saf ve arı
korumak zorunda.”
ŞIIR DININ YERINE GEÇMEYE KAKIŞMAMALI:

“Şiir şiir olarak kalmalı, dinin yerine geçmeye
kalkmamalı. Buna kalkarsa, kendi kendine de
ihanet etmiş olur. Hz. Peygamber, bu ölçü içinde,
şiiri yüceltmiş, şiir eğitimine değer vermiştir. (...)
İslam isteseydi, cahiliye devrinin inançları gibi
şiirini de yok edebilirdi.”
C. ŞIIR DIĞER SANATLAR İÇIN
KULLANILMAMALI:

“Şiir
görüntü
gösterilerinin
bir
unsuru
yapılmamalı. (...) Televizyon ekranları, tiyatro ve
sinema salonları, şiirin bir kurban gibi
boğazlandığı sunaklar olmamalı. (...) Yalancı
tanrılar, putlar yaklaşamamalı bu tapınağa ve
bu törene. Rahibi, şair olmalı bu törenin; Madem
ki, kurbanı odur.” “Şair, eserinin, bütün art
niyetler ve öbür sanatlar uğruna kullanılışına
paydos demelidir.”
D. EDEBI SANATLAR:

“Şiir için imaj ve her türlü edebi sanat gereklidir.
Ama şiir bunlara kurban edilmemelidir. Çağımız
şairleri de aslında bütün sanatları gerektikçe
kullanmışlardır. Şu farkla ki, onlar, bunu adeta,
şuuraltından
yapmıştır.
Adeta
bilmiyormuşçasına.”
Evet, çağımız şairlerinin çoğunun bu edebi
sanatları bilemeyecek tarzda yetiştikleri açıktır.
Belki de şuuraltından edebi sanat kullanmak,
Amerika’yı yeniden
 keşfetme çabasıdır.

E. SANAT ESERI, YARATIŞIN TAKLIDIDIR:

Kula ‘yaratma kelimesinin izafe edilmesi
meselesi tartışmalıdır. Estetik biliminde çok
tartışılan bir mesele de taklittir. Karakoç, gerçek
sanatçının yaratma eylemini taklit ettiğini
söyleyerek
konuya
orijinal
bir
açılım
kazandırmıştır. Sanat eseri üretme ameliyesinin
püf noktası işte burasıdır.
“Sanat eseri, yaratışın taklididir, yaratılanın
değil. Yapıt, yaratılanın taklidi
 oldukça değerden düşer. Yaratışın her an yeni
kalışındaki, orijinal oluşundaki sırrı
 anladıkça da yoğunlaşır.”

F. SANAT ESERI BIR ÜLKÜYE ALET OLABILIR:

Günümüzde de tartışması sürmekle birlikte,
Karakoç’un edebiyat dünyasında ilk boy
gösterdiği yıllarda hararetle tartışılan, sanat
eserinin
ideolojik
bir
mesaj
taşıyıp
taşıyamayacağı,
bir
davaya
alet
edilip
edilemeyeceği tartışmasına “Sanat güdümlü de
olabilir, şartlanmış da. Bir ülküyle şartlanmak,
sanat eserinin estetik bir değer almasına engel
değildir. Çünkü bir sanat eseri, bir ülküye alet
olduğu kadar, o ülküyü alet olarak kullanır. Bu
açıdan, sanatın işlemi çift değerlidir, kullanır ve
yayar.”
G. ŞIIRDE İNSAN:



“Merdüm-i dide-i ekvan” olan insandan müstağni kalan şiir
uzun ömürlü olamaz. Aslında yalnız şiir için değil her
sanat, her düşünce için geçerlidir bu hüküm. Ancak her
sanatın, her felsefenin, her dinin insana bakış açısı, insanı
ele alış tarzı farklıdır.
“Roman, somut insanın peşindedir. Şiir soyutlaştırmıştır
insanı. (...) Yani roman, genel insanı bile özelleştirir,
somutlaştırırken, şiir, özel kişiyi, genel insanı olduğu gibi,
niteliklere indirir, soyutlar; bu şartla özel kişilerin
kokusunu taşıyabilir. Somut insan, en çok, bir enstantane
olarak şiire girebilir.”
“Şiirin gerisinde insan olmalıdır. “Her çağda, her şiirle
yenilenen” İnsansız şiir tez ölür. Şiirimizdeki bazı
serüvenler, iyi olmayan örnekleriyle tepki ya da ilgisizlik
uyandırıyorsa, insansızlıklarındandır 0 şiirlerin. Şiirine
insan ya insanlık fonunu koymayanlar kaybedecek, okur,
şiirlerinde, bozuk bir geometriden başka bir şey
bulunmayanları fark edecektir hemencecik.”
H. ŞIIRDE MANTIK:

Sezai Karakoç’a göre şair, düşünceyi, ya olağan
dışı bir zekayla donatarak, ya aptallaştırarak
kullanır. Şiir mantığı, düz yazı mantığı ile başlar;
en az odur. Ama onunla yetinmez; onu, kendi
yapısının gereği işlerle yükler. Eski şiirle yeni
şiiri ayıran, mantık karşısındaki durumlarıdır.
“Yeni şair, mantık karşısında daha açık ve daha
aktiftir. Her şiir geldikçe mantık değişir gibi
oluyor. Giderek bir özel mantık doğuyor (Şiir
mantığı), adeta.”
İ. ŞIIRDE FORM:



“Şiirin birimi şiirdir. Onu biçim (şekil) ve öz (muhteva) diye
ikiye ayırmak sadece poetikada olabilir. Yoksa biçim ve özü
şiirden ayrı ayrı çekip çıkarmak mümkün değildir. Kendine
mahsus bir özü olmayan şiirin biçimi de yok demektir. Var
gibi görülen ses ve geometri, sadece boş bir kalıptan başka
bir şey olamaz. Nasıl ki maskeye de insan yüzü denemez.
Öte yandan, biçimi olmayan şiirin özü de yok demektir.
Yüzü olmayan insan olmayacağı gibi, şekilsiz şiir de
olamaz.”
Sezai Karakoç’a göre klasik şiirle modern şiiri ayıran, ilk
bakışta sanıldığı gibi birinin, formu olan şiir, öbürününse
şekilsiz (amorf) şiir olması değil, sadece, birinde, ortak
biçiminin görünür planda, farklılıkların daha iç planda
olması, öbüründeyse, tersine, farklılıkların görünür planda,
ortak yanlarınsa iç, görünmez planda bulunmasıdır.
Karakoç,
vezin
ve
kafiyenin
aslında
tamamen
kaybolmadığını serbest nazımda gizli bir aruzun söz
konusu olduğunu, kafiyenin de mısra içlerine kaydığını ve
daha genel bir çağrışım düzeni halini aldığını söyler.

“Vezin ve kafiyenin görünüşte ölümüne aldanmamalı.
Aruz ve hece sesi, her şiirde, belki her mısrada değil
ama, yer yer, yoklamasını yapıp durmada. Gizli bir
aruz, gerçek şiiri içten besleyen, ses mimarisi, tarihin
ölmez mirasıdır. Kafiye, belki, sondan mısra içlerine
kaymış, daha genci bir çağrışım düzeni haline
gelmiştir. Serbest nazım ya da şiir dediğimiz zaman,
akla düz yazının bir türü, ya da bütün koşullardan
bağımsız bir şiir türü gelmemelidir. Serbest nazım ya
da şiir, vezni ve kafiyesi şairi tarafından aranıp
bulunan, sonra da şiirde kaybedilen şiir demektir.”
K. GELENEK VE ŞIIR:


Uygarlık süreğendir. Sezai Karakoç yeniliği “geleneğe
bir adım daha attırmak” olarak anlar. “Her yeni
uygarlıkta, bazı arketiplerin ve leitmotiflerin ön
plana, bazılarının da arka plana geçtiği görülür.
Kimisi, gelişir, serpilir, güneş gibi parlar. Kimi atan
hale gelir. Ay gibi bulutlar arkasına saklanır. Kimi
arkaikleşir, kimi güncelleşir. Ama, aslında, şu ya da
bu şekilde, her biri hayatını şiirlerde sürdürür,”
“Her yeni şair, onlardan vareste kalamaz. Her yeni
şiir, onların içinde doğar. Ve onlar, ne kadar değişik
olursa olsunlar, ne yapıp ederler, her yeni şiirin
içinde yeniden doğarlar.”


Şiirimiz mensubu bulunduğumuz İslam uygarlığından
beslenmiş ve sırası geldiğinde İslam şiirinin meşalesini de
taşımıştır. “Nasıl Osmanlı varyasyonu, İslam Uygarlığı
içinde üçüncü büyük atılımıdır. Şiirimiz, Arap ve Acem
şiiriyle, ortak bir köke sahiptir bu yüzden Ama orijinalliğe
erişmiştir. Orijinal olmak demek, köksüz ve geleneksiz
olmak demek değil, tam tersine, çok cepheli, engin bir
gelenek temeli üzerinde yeni olabilmek demektir. Divan
şairlerimiz, daha önceki, Arap ve Acem, ya da çağdaşları
Acem şairleriyle yarışmışlardır. Onları taklit etmemişler,
onlarla yarışmışlardır. 16. yüzyıldan sonra da yarış
bayrağını artık bizim şairlerimiz elden ele devreder
olmuştur. Şiir meşalesi bize geçmiştir (1988, s.106)
Yenilik, geleneğe bir adım daha attırmak şeklinde
anlaşılmıştır.
Mazmunların
dışını
değil,
içini
yenilemişlerdir. Bir Baki mazmunu, bir Nedim mazmunu,
bir Galip mazmunu vardır. Ayni mazmunun çağ çağ
yenilenişi ve zenginleşmesi olarak.






“Tümüyle Divan şiirimiz, sanki, 500-600 yıl yaşamış ve hiç
ihtiyarlamamış bir
şairin Divanı şeklindedir. Her yüzyılda yeniden gençleşen
bir şairin divanı.”
Sezai Karakoç serbest şiirin köksüz ve nevzuhur olduğu
iddialarına karşılık
kendi tercihi de olan bu tarzı savunur. Avrupa’nın serbest
şiiri Endülüs yoluyla
aldığını belirterek, bu tarzın İslam uygarlığının öz malı
olduğunu hissettirir.
“Serbest şiir, sanıldığı gibi, yirminci yüzyılın getirdiği bir
tarz değildir. Eski Yunan, Latin ve İslam öncesi Arap ve
Türk şiirinde de örnekler vardı. Vezin ve kafiyenin, bir
kale duvarı sağlamlığı ve düzenine, ancak İslam
uygarlığında ulaşıldı. Batı da bu düzeni, Endülüs yoluyla
aldı. Hem seste, hem biçimde, hem de konularda, modern
çağ batı şiirinde devrim, Endülüs etkisiyledir.”
L. NA’T


Sezai Karakoç na’t türüne özel bir önem verir. Na’t’ı
şiirin ufku olarak niteler. Kendisi de na’t yazmıştır.
“İnsanın ufku mümindir. Müminin ufku Peygamber.
Peygamberin ufku da, mutlak gerçeklerin habercisi,
her peygamberi şahsiyetinin katlarında bir yaprak
gibi bulunduran Son Peygamber... Peygamber nasıl
insanın ufkuysa, Na’t da şiirin ufkudur.”
Na’t “sahabeliğe bir uzanış”tır. “Na’t, Peygamberin
şiirle yapılmak istenen bir portresidir. Her şair,
durduğu yerden ve görme kabiliyeti ölçüsünde Ona
bakar; O büyük mükemmelliğin karşısındaki
duygularını zapt etmeğe çalışır. Bütün na’tlar adeta,
tarih boyunca yapılan tek bir portrenin farklı
cephelerden birer örneği gibidir ve tek bir portre
içindir.”
M. ŞIIR VE ŞAIR ÖLMEYECEKTIR:



Çağdaş toplumda şiirin ve
bilinmediğinden şikayetçi olan
şairin
Karakoç, her şeye rağmen
geleceğinden ümitlidir.
şiirin
değerinin
ve
şairin
“Şiir
ve
şair
ölmeyecektir.
Çünkü:
insan
ölmeyecektir. Çünkü: hakikat ölmeyecektir.” diyen
Şair’e göre “şiir, hakikatin, yüzülebilecek bir derisi
değil, ;çıkarıldığında, insan hakikatinin hayattan
yoksun kalacağı kalbidir, Şiir, hakikatin, doğa ve
tarih içinde atan nabzı, çarpan yüreğidir.

Sezai Karakoç, bu şiirin ‘metafizik ve mistik’ yönünü
şiirinin merkezine yerleştirmiştir. Bu şiirin gerçeküstü
yönüne dikkat çekmiştir:



Mona Rosa
Monna Rosa, siyah güller, ak güller
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa siyah güller, ak güller!
Ulur aya karşı kirli çakallar,
Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.
Monna Rosa, bugün bende bir hal var,
Yağmur iğri iğri düşer toprağa,
Ulur aya karşı kirli çakallar.
Zeytin ağacının karanlığıdır
Elindeki elma ile başlayan
Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,
Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,
Zeytin ağacının karanlığıdır.
Zambaklar en ıssız yerlerde açar,
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,
Işıksız ruhumu sallar da durur,
Zambaklar en ıssız yerlerde açar.
Ellerin, ellerin ve parmakların
Bir nar çiçegini eziyor gibi...
Ellerinden belli olur bir kadın.
Denizin dibinde geziyor gibi,
Ellerin, ellerin ve parmakların.
Açma pencereni, perdeleri çek:
Monna Rosa seni görmemeliyim.
Bir bakışın ölmem için yetecek;
Anla Monna Rosa, ben bir deliyim...
Açma pencereni, perdeleri çek..
Zaman ne de çabuk geçiyor Monna;
Saat on ikidir, söndü lambalar.
Uyu da turnalar gelsin rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;
Zaman ne de çabuk geçiyor Monna

Akşamları gelir incir kuşları,
Konarlar bahçenin incirlerine;
Kiminin rengi ak, kimisi sarı.
Ah! beni vursalar bir kuş yerine!
Akşamları gelir incir kuşları...
Ki ben, Monna Rosa bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında.
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar... Su kenarında
Ki ben Monna Rosa bulurum seni.
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa
Henüz dinlemedin benden türküler.
Benim aşkım sığmaz öyle her saza,
En güzel şarkıyı bir kurşun soyler...
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.
Bir gün gözlerimin ta içine bak:
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.
Artık inan bana muhacir kızı,
Dinle ve kabul et itirafımı.
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev alev sardı her tarafımı,
Artik inan bana muhacir kızı.
Altın bilezikler, o korkulu ten,
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;
Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,
Bir tüy ki, kapalı geceye, güne
Altın bilezikler o korkulu ten!
Monna Rosa, siyah güller, ak güller
Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak.
Kanadı kırık kuş merhamet ister;
Ah, senin yüzünden kana batacak,
Monna Rosa siyah güller, ak güller!
Güller Ülkesinin Şairi
Sezai Karakoç (20. yüzyılın en güzel aşk şiiri) Mona
Roza'yı yazdığında henüz 19 yaşında, Mülkiye
öğrencisidir. Bu şiir, kadim geleneğin biricik
simgesi olan ama şiirimizde artık kullanılmayan bir
kavramı yeniden kazandırır Türk şiirine: GÜL

Masal
Doğuda bir baba vardı
Batı gelmeden önce
Onun oğulları batıya vardı
Birinci oğul batı kapılarında
Büyük törenlerle karşılandı
Sonra onuruna büyük şölen verdiler
Söylevler söylediler babanın
onuruna
Gece olup kuştüyü yastıklar
arasında
Oğul masmavi şafağın rüyasında
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı
içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler
kimsenin bilmediği bir yere
Baba bunu havanın ansızın kabaran
gözyaşından anladı
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı

İkinci oğul Batı ülkesinde
Gezerken bir ırmak kıyısında
Bir kıza rastladı dağların tazeliğinde
Bal arılarının taşıdığı tozlardan
Ayna hamurundan ay yankısından
Samanyolu aydınlığından inci
korkusundan
Gül tütününden doğmuş sanki
Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu
Saçlarını güneş destelemiş
Yıllarca peşinden koştu onun
Kavuşamadı ama ona
Batı bir uçurum gibi girdi aralarına
Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr
Alıp götürdü onu
Ve ikinci oğulu
Sivri uçurumların ucunda
Buldular onulmaz çılgınlıkların
avucunda
Baba yağmurlardan anladı bunu
Yağmur suları aci ve buruktu
İşin künhüne varsın diye
Yolladı üçüncü oğlunu


Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batinin büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit
bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları
Şef oldu buyruğunda birçok kişi
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri
Gün geldi mağazası oldu onu parmakla
gösterdiler
Patron oldu ama hala uşaktı
Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü
Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir
gazinoda
Ondan hesap sordu o da
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla
Baba bu kağıdın neye yarayacağını
bilemedi
Yırttı ve oynasınlar diye köpek
yavrularına attı
Bu yüklü çeki
İyice yaşlanmıştı ama
Vazgeçmedi koyduğundan kafasına
Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya
Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi
Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle
Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu
koyunundan
Beşinci oğul bir şairdi
Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda

Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür
görünmez
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara
içkiler içti
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı
Ev sokak ayırmadı
Geceyi gündüzle karıştırdı
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara
Baba ölmüştü acısından bu ara
Yedinci oğul büyümüştü baka baka
ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti
ağaçlarda
Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar
onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük
meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değiştiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu :
Batılılar !
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :
Karşınızdakini değiştirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak
belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz
kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalblerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar
SÜRGÜN ÜLKEDEN BAŞKENTLER
BAŞKENTİNE

IV

Senin kalbinden sürgün oldum ilkin

Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği

Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin dışında

Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa layık olmasam da

Uzatma dünya sürgünümü benim

Güneşi bahardan koparıp

Aşkın bu en onulmazından koparıp

Bir tuz bulutu gibi

Savuran yüreğime

Ah uzatma dünya sürgünümü benim

Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil

Ayaklarımdan belli

Lambalar eğri

Aynalar akrep meleği

Zaman çarpılmış atın son hayali

Ev miras değil mirasın hayaleti

Ey gönlümün doğurduğu

Büyüttüğü emzirdiği

Kuş tüyünden

Ve kuş sütünden

Geceler ve gündüzlerde

İnsanlığa anıt gibi yükselttiği

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

Bütün şiirlerde söylediğim sensin

Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin

Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkis'in

Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın sen bellisin.

Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için

Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini

Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini

Ey gönüllerin en yumuşağı en derini

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta

Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında

Çatı katlarında bodrum katlarında

Gölgelendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba

Hep Kanlıca'da Emirgân'da

Kandilli'nin kurşunî şafaklarında

Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında

Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında

Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa layık olmasam da

Ey çağdaş Kudüs (Meryem)

Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)

Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında

Köle gibi satıldım pazarlar pazarında

Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında

Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında

Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında

Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda

Verilmemiş hesapların korkusuyla

Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa layık olmasam da

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır

Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

Aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır

Yoktan da vardan da öte bir Var vardır

Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır

O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır

Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır

Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili