BLMTARH-7-islamdabilimI.Blm

Download Report

Transcript BLMTARH-7-islamdabilimI.Blm

BİLİM TARİHİ VI. BÖLÜM: İSLAM DÜNYASINDA BİLİM

1

İslamiyet'ten önce Arabistan uzun yüzyıllar gezgin kabile veya aşiretlerin yaşadığı bir bölgeydi.

Musevilik ve Hıristiyanlıktan önce bölgede çoktanrılı ilkel bir din, yer yer putperestlik egemendi.

M.S.570'te dünyaya gelen Hz. Muhammed, kırk yaşında kendisine vahiy edilen mesajını ("Allah tektir; Muhammed, O'nun peygamberidir") ilkin yalnız karısına ve çok yakınlarına açabildi. Bu mesaj daha geniş çevrelere duyurulunca Mekke'den Medine'ye göçmek zorunda kaldı (M.S.622). Burada da yakın ilgi ve anlayış gördü. Müslümanlık çok kısa zamanda benimsenme olanağı buldu.

2

Yeni inancın verdiği güçle Araplar askeri fetihlere girişmekte gecikmediler.

M.S.622-650 arasında Filistin, Irak, Suriye ve Mısır'ı ele geçirirler. Daha sonra doğuda İran ve Türkistan'a, batıda Kuzey Afrika'dan İspanya'ya kadar genişlediler.

Baş döndürücü bir hızla dünyanın en büyük imparatorluklarından birini kurdular.

3

İslam dininin ortaya çıkışıyla tarihin parlak dönemlerinden biri başlamıştır.

Arapların oldu.

başlangıçta komşu ülkelerin fetihleriyle başlayan yayılmaları çok geçmeden bilim ve felsefede önemli gelişmelere sebep M.S.8. ve 12. yüzyıllar arasında geçen 400 yıllık dönemde bilim ve düşüncenin meşalesi, Atlas Okyanusu kıyılarından Kuzey Hindistan ve Orta Asya'ya kadar uzanan İslâm dünyasında yanmıştır.

4

İslam Dünyasında Bilimin Gelişmesine Ortam Hazırlayan Faktörler:

İslam uygarlığının çıkış noktası, esin ve

otorite kaynağı, kutsal kitabı

KURAN'dır.

Sırf bu yüzden bile İslam biliminin ilk kaynağının Kuran olduğunu söyleyebiliriz.

5

Kuran sayesinde önce Araplar, sonra İslam'ı benimseyen diğer toplumlar, bir kimlik kazanmış, ve kendine güven duygusu kavimcilikten kurtulup evrensel bir bakış acısı oluşturmuş ve bu sayede Müslümanların geleneksel olmayan düşüncelere korkusuzca yaklaşabilmesi mümkün olmuştur.

6

Bunun yanısıra, Kuran'da bilgi (ilim) sahibi olmaya büyük önem verilmesi, doğada Allah'ın varlığına varolduğunun belirtilmesi ait işaretlerinin bu dönemde özel olarak bilimin gelişmesine itici güç sağlamıştır.

7

KURAN-I KERİM’DEN

ﻓﻬﺰَﻣُﻮ ه ﻢ ﺑﺎ ذن ا ﻟﻠﻪ و ﻗﺘﻞ ا ﻟﻨﱠﺎ ﻟ َ ﻠ ا ْ ْ َ ْ ْ َ َ َ َ َﱠ ت ا ﻟﺎ رض و َﻟﻜﻦ ا ُ ا ِﻤ ﻳ َُ ﻟﻌَﺎﻟَﻤﻴﻦ ا ﻟﻠﻪ ْﻟَ َ ْ ُ ﻟﻮَﺎ ﻓﻊ BAKARA/251. Sonunda Allah'ın izniyle onları yendiler. Davud da Câlût'u öldürdü.

Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti.

Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü altüst olurdu. Lâkin Allah bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir.

ْ ه ز ٌ َ ﻮ ﻟ ا َﻴ ِﻌ ﱠﺬ ى ا ﻧﺰ َ ﺗ ل َ َ ْ ْﻜ ْ ْﺘ ا ﻳ ٌ َ ْﺘ ت ٌ ﱠ ﻟﻔﺘﻨﺔ َ ا وَا ت ه ﺑ ِﻐَﺎ َُ َ ء ُﻦ ﺗﺎ م ا ْو ﻟ ِﺘَﺎ ﻳِﻪ ُﺘ و ب وا ٌ ََﻣ ﻟ َﻣَﺎ ﻳﻌﻠﻢ ﺗﺎ ْو ﻳﻠﻪ ا ﱠﺎ ا ت ﻟّﻪ ﻓﺎ ﱠﺎ ﻓ وَا ا ﻟﺮﱠ ﱠﺬﻳﻦ ﻓﻰ ُﻠُﻮﺑﻬﻢ ا ﺳِﺨُﻮ ن ِﻰ ا ﻟﻌﻠﻢ َ ﺑ آ ﻞ ﻣﻦ ﻋﻨﺪ ﱠ ﱠ و ﻣَﺎ ﻳﺬ آ ﺮِﻟﱠﺎ و ُﻮ ا ا ﻟﺎ ْﺒَﺎ ب AL-İ İMRAN/7. Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kuran'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir.

İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.

8

ﻟﻜﻦ وَا ا ﻟﺮﱠ ﻋَﻈﻴﻤًﺎ ا ﺳِﺨُﻮ َ ﻓ ن ِﻰ ا ﻟﻌﻠﻢ ﻣﻨﻬﻢ وَا ﻟﻤﺆﻣِﻨُﻮ ن ﻳﺆﻣِﻨُﻮ َ َ ْ َ َ ْ ْ ﻟﻤﺆﻣِﻨُﻮ ن ن ﺑﻤَﺎ ا ﻧﺰ ِﺎﻟﻠﻪ وَا ﻟﻴﻮ ل ا ﻟﻴﻚ و ﻣَﺎ م ا ﻟْﺎﺧﺮ و ا ﻧﺰ ل ﻣﻦ ﻗﺒﻠﻚ ﻟﺌﻚ ﺳﻨﺆْﺗﻴﻬﻢ ا ﺟْﺮ ا NİSA/162.

Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman edenler, namazı kılanlar, zekâtı verenler; Allah'a ve ahiret gününe inananlar var ya; işte onlara pek yakında büyük mükâfat vereceğiz.

ا ﻟ و ﻟﻴﻌﻠﻢ ﱠﺬﻳﻦ ا َ ا ﱠﺬﻳﻦ ﻣَﻨُﻮ و ﺗ ُﻮ ْ ْ َ ا ْ ﻟﺤﻖ ﻣﻦ ا ِﻟﻰ ﺻِﺮ َاط ﻣﺴْﺘَﻘﻴﻢ ْ ْ ﺑ ا ﻗ ْ َُ ﻟَ ُ ﻟﻠﻪ َﻬَﺎ HACC/54.

kavuşsun. Bir de, kendilerine ilim verilenler, onun (Kuran'ın) hakikaten Rabbin tarafından gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de ona inansınlar, bu sayede kalpleri huzur ve tatmine

Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir.

9

HADİSLER

"Alimin âbide üstünlüğü, benim, sizden en basitinize olan üstünlüğüm gibidir" "Allahu Tela Hazretleri, melekleri, semâvat ehli, deliğindeki karıncaya, denizindeki balıklara varıncaya kadar arz ehli, halka hayrı öğretene mağfiret duasında bulunur.

"Tek bir fakih (bilgili), şeytana bin âbidden daha yamandır." "Dinde fakih olan kimse ne iyi kimsedir!

Kendisine muhtaç olununca faydalı olur.

Kendisine ihtiyaç olmayınca ilmini artırır."

10

"Kim bir ilim öğrenmek için bir yola sulûk ederse Allah onu cennete giden yollardan birine dahil etmiş demektir. Melekler, ilim talibinden memnun olarak kanatlarını (üzerlerine) koyarlar. Semavat ve yerde olanlar ve hatta denizdeki balıklar âlim için istiğfar ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü dolunaylı gecede kamerin diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.

Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, ne dinar ne dirhem miras bırakırlar, ama ilim miras bırakırlar. Kim de ilim elde ederse, bol bir nasip elde etmiştir."

11

"İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır." "Kim ilim talep ederse, günahlarına kefaret olur." bu işi, geçmişteki "Kim, bir ilimden sorulur, o da bunu ketmedip söylemezse (Kıyamet günü) ateşten bir gem ile gemlenir." "Kim bir ilim öğretirse ona bu ilimle amel edenlerin sevabı vardır. Bu amel edenin ücretini eksiltmez."

12

Müslümanların kendinden önceki kültürlerin bilimsel ve entelektüel birikimlerini kolayca benimsemelerinin sebeplerinden biri de gene Kuran'a dayanan, her kültürde ilahi vahyin bozulmuş da olsa izlerinin olduğu görüşüydü.

İslam uygarlığına dışarıdan gelen en büyük etki olan Yunan kültürünün benimsenmesi hem bu sayede hem de (mesela ayni kültürle İlkçağ sonunda karşılaşan Hıristiyanlığın durumunun tersine) bu kültürün sahiplerinin siyasi rakip konumunda olmamaları sayesinde mümkün olabilmişti.

13

Doğrudan Kuran'dan kaynaklanan etkilerin yanında İslam biliminin zamanın genel düşünce ortamından kaynaklanan bazı özellikleri de vardı.

Kuran'da da ısrarla vurgulanan tevhid yani yaratıcı ve yönetici gücün birliğine dair inanç, evrenin bir bütün olarak görülmesi, her şeyin birbirine bağımlılığı, fiziksel ve ruhani alemin iç içeliği ve beraberce anlaşılması gerektiği zamanın bütün ediliyordu.

bilim geleneklerince kabul

14

Diğer bir ortak özellik de, bilginin birikerek doğrusal bir şekilde ilerlediği yönündeki modern görüşün aksine, döngüsel bir gelişme-bozulmaya dayanan bir tarih anlayışının benimsenmesi ve eski uygarlıkların bilimde en üst noktaya çıkmış olabileceklerinin kabul edilmesiydi.

Bu yüzden mesela 12. yüzyılda yasayan Rüşd'e göre bile Aristoteles kendisine verilmiş bir bilgeydi ve bilim alanında yapamaz ve asılamaz bir konuma sahipti.

İbn ilim hata

15

Son olarak, Ortaçağ'daki bilimin genel olarak teknolojiye ve ekonomiye katkısı yoktu.

Bilimsel faaliyet sadece belli bir zümreye has, halka inmeyen bir uğraştı. Bu yüzden bilimsel motivasyon kaynakları entelektüeldi.

Fakat bunda saf entelektüel merak kadar doğadaki ilahi işaretleri görmek, Tanrı'nın bilgeliğinin farkına vararak bundan ruhani dersler çıkarmak amacı da vardı.

16

Antik Cağın Mirasının Aktarılması

İslam dünyasında bilimsel faaliyeti başlatan asıl itici gücün, diğer kültürlerin ve özellikle de Eski Yunan'ın bilimsel birikiminin Arapça'ya aktarılması olduğunu söylemek gerekir.

17

Fetihler kendilerinden önceki medeniyetlerin yarattığı eserlerden yararlanmak gerektiğini anlayan Müslümanlar, geliştirmeye çalışmışlardır.

özellikle Abbasîler döneminde yoğun bir çeviri faaliyetine girişerek, bilim ve felsefe alanlarında atağa kalkmışlar ve önce varolan birikimi anlamaya ve daha sonra da

18

Başlangıçta Arap Yarımadası'nda yoğun bir bilimsel faaliyetle karşılaşılmamaktadır. Ancak komşu ülkelerde, Doğu'da Hindistan'da, Batı'da İskenderiye, Bizans ve Suriye'de bir hayli gelişmiş bir bilimsel faaliyet vardı.

İslâm Dünyası ilkin Hint kültüründen etkilenmiş ve yararlanmıştır. İlk çevirilerden biri hayvan masallarını konu alan KELİLE VE DİMNE adlı eserdir. Yine ilk yapılan çevrilerden biri, Hindistan'da yaşamış meşhur astronomlardan, Brahmagupta'nın SİDDHANTA adlı eseridir.

19

İlk tercümeler Abbasi hanedanının başlangıç dönemlerinde, özellikle de Harun Reşid, Memun ve Mutasim zamanında yapılmıştı ve gayet pratik sebeplere dayanıyordu.

Arapların tıp alanındaki yetersizliği tıbbi eserlerin, fethedilen topraklarda yaşayan ve Eski Yunan'ın mirasına sahip Hıristiyanlarla entelektüel düzeyde mücadele edebilmek isteği de mantık ve felsefe alanındaki eserlerin tercüme edilmesine yol açmıştı.

İlk tercümanlar arasında gecen İbn Mukaffa Hıristiyan Huneyn bin İshak, Harranlı Sabit bin Kurra ve Zerdüştçülükten İslam'a vardı.

20

Çevrilen eserler arasında felsefe alanında Platon ve Aristoteles'in birçok eserinin yanı sıra bunların düşüncelerinin Yeni-Platoncu yorumları vardı.

Bilim alanında ise; Hippokrates ve Galenos'un tıpla, Batlamyus'un astronomi ve optikle, Euklides'in matematikle, Archimedes'in mekanikle ve Aristoteles'in genel olarak fizik ve biyolojiyle ilgili birçok eseri çevrilmişti.

21

Bunlar arasında özellikle Aristocu dünya görüşü (mantığın bilgi edinmedeki merkezi rolü, sistematik metafizik, bilimlerin sınıflandırılması, vb.) Müslüman felsefeci ve bilim adamlarının düşünce sistemini köklü bir değişime uğratmıştır.

Çeşitli yönlerden zaman zaman eleştiriye uğrasa da İslam bilimi yüzyıllar boyunca temelde Aristocu kimliğini sürdürmüştür.

22

DOĞU İSLÂM DÜNYASI BİLİMSEL KURUMLAR

İslâm Dünyası'ndaki bilimsel etkinliklerin gelişmesini sağlayan üç önemli kurumun bulunduğu bilinmektedir.

Bunlar; BEYTÜ'L-HİKME (Bilgelik Evi), GÖZLEMEVLERİ ve HASTAHANELERdir.

23

BİLGELİK EVİ

İlk önemli araştırma ve eğitim kurumu 815 civarında Abbasi halifelerinden el-Memûn tarafından Bağdat'ta kurulan

Beyt'ul-Hikme

idi. Bu sayede

bilim adamlarının bir araya gelmesi sağlanmış ve çoğu tercüme burada yapılmıştı.

24

Bağdat'ta kurulmuş olan Bilgelik Evi'nin en önemli görevi, matematikçilerini ve hekimlerini bir araya getirmek dönemin ünlü astronomlarını, ve bilimin çeşitli alanlarındaki belli başlı yapıtları muhtelif dillerden ve özellikle de Yunanca'dan Arapça'ya çevirmekti .

Zengin bir kütüphanesi bulunan Bilgelik Evi'nin müdürlüğünü, dönemin önde gelen bilim adamları yapmışlardı.

Bunlar arasında FADL İBN NEVBAHT ve HÂRİZMÎ gibi bilginler de bulunmaktaydı.

25

GÖZLEMEVLERİ

İlk gözlemevleri, Ortaçağ İslâm Dünyası'nda ortaya çıkmıştır. Gerçi İskenderiye'de bir gözlemevinin bulunduğundan söz edilmektedir.

Ancak bu gözlemevi gözlemler yapmak maksadıyla örgütlenmiş bir kurum niteliğinde değildir.

İslâm Dünyası'nda pek çok gözlemevi mevcuttu ve bunlardan büyük bir kısmı, hükümdarlar tarafından kurulmuştu. Ayrıca özel ve seyyar gözlemevleri de bulunmaktaydı.

26

Bu gözlemevlerinde, düzenli ve devamlı bir surette günlük gözlemler yapılmıştı. Gözlemevlerinin sabit bir yeri, özenle ve dikkatle hazırlanmış aletleri, özel bir kütüphanesi, gözlemcileri, hesapçıları ve bu gözlem ve hesapları değerlendiren astronomları bulunuyordu. Ayrıca, araştırmacılara yardımcı olmak amacı ile idarî elemanları da vardı.

27

Gözlemevlerinin kuruluşlarındaki en önemli neden, hassas gözlemlerin yapılabilmesi için ölçüm aletlerin boyutlarının büyütülmesiydi.

Yapılan gözlemler sonucunda elde edilen gözlem verileri, ZÎC olarak adlandırılan tablolarda toplanmış ve ibadet vakitlerinin belirlenmesi ve takvimlerin hazırlanması gibi günlük gereksinimleri ilgilendiren işlemler, bu tablolar aracılığıyla yapılmıştı.

28

HASTAH

Â

NELER

Tedavi kurumları ilk olarak Batı Anadolu’da ortaya çıkmıştır ve bunlar hastalıkların tedavisinde banyo, uyku, müzik ve istirahat gibi teknikleri kullanmaktaydılar.

Bu tedavi kurumları daha çok bir Dinlenme Evi niteliğini taşıyorlardı

ve tedaviden sorumlu olan kişiler ise rahiplerdi.

29

Ayrıca bulaşıcı hastalıklar için de, hasta olan bireyleri hasta olmayan bireylerden ayırmak ve tedavi etmek maksadıyla bazı kurumlar oluşturulmuştu.

Her ne kadar mikrop fikri için henüz çok erken ise de, bazı hastalıkların temasla insandan insana geçtiği bilinmekteydi.

Meselâ Câhiliye Dönemi'nde Arabistan yarımadasında yaşayan Araplar, bulaşıcı hastalıkların görüldüğü yerlerden kaçarak çöle sığınıyorlardı .

30

İslâm Dünyası'nda ilk hastane Emevîler Dönemi'nde Şam'da kurulmuştur. Bu hastanede daha çok Hint tıbbının etkili olduğu düşünülmektedir. zamanında İkinci hastanenin Kahire'de, üçüncü hastanenin ise Abbasî halifesi Mansûr (754-775) Bağdat'ta kurulduğu bilinmektedir.

Üçüncü hastane, birincisi gibi, yoğun Hint etkisi taşımaktadır. Burada başhekim olarak görev yapan İbn Dehenî el-Hindî, Hint tıbbının klasik eserlerinden olan SUSRUTA 'yı Arapça'ya tercüme ederek Hint tıbbının İslâm Dünyası'na girmesini sağlamıştır.

31

İslâm Dünyası'nda dördüncü hastane, Harun el Reşid zamanında (786-809), Cundişapur Hastane'sinde hekim olarak görev yapan Cibril ibn Buhtyişu tarafından Bağdat'ta kurulmuştur.

Dönemin beşinci hastanesi Halife Mütevekkil'in (847-861) Türk komutanlarından Feth İbn Hakan tarafından, altıncı hastanesi ise Tolunoğullarından Ahmed ibn Tolun tarafından Kâhire'de kurulmuştur.

I.

32

Tolunoğlu Hastanesi, bazı yönleriyle daha önceki hastanelerden ayrılmaktadır.

Çünkü bu hastanenin koğuşları farklı hastalıklara göre sınıflanmış ve bu arada akıl hastalıkları için de ayrı bir koğuş oluşturulmuştu. Tedavi ücretsizdi ve hastalar, hastaneye girmeden önce giysilerini çıkarıyorlardı, böylece, bazı istenmeyen maddelerin ve bugünkü anlayışa göre söylersek mikropların dışarıdan taşınması engellenmiş oluyordu.

33

Daha sonra Bağdat'ta kurulan yedinci hastane de vakıf ilkeleriyle insanlık yararına kurulmuştu. uygulamasına geçilmiştir.

Bu hastahânede bugünkü ifade ile poliklinik 13., 14. ve 15. yüzyıllarda İtalya ve Fransa'da kurulan hastahânelerle karşılaştırıldıklarında, aynı zamanda eğitim de verilen bu hastanelerin daha iyi örgütlenmiş ve düzenlenmiş oldukları açığa çıkmaktadır. Hastalıklar için farklı koğuşların oluşturulması, temizliğin sağlanması, tedavi hizmetlerinin kılmıştır.

toplumun bütün kesimlerine yayılması ve vakıflar yoluyla desteklenmesi bu kurumları, Avrupa'daki benzerlerinden daha üstün

34

BİLİMLER VE BİLİM ADAMLARI MATEMATİK

ϒ

İslâm matematikçilerinin başta aritmetik olmak üzere, matematiğin geometri, cebir ve trigonometri

ϒ

gibi dallarına önemli katkıları olmuştur.

Bu dönemde gerçekleşen gelişmelerden en önemlisi, geleneksel EBCED RAKAMLARI‘nın yerine Hintlilerden öğrenilen HİNT RAKAMLARI‘nın kullanılmaya başlanmasıydı. Hint rakamları, 8.

yüzyılda İslâm Dünyası'na girdi ve hesaplama işlemini kolaylaştırdığı için matematik alanında büyük bir atılımın gerçekleştirilmesini sağladı.

35

 

Cebir bilimi İslâm Dünyası matematikçilerinin elinde bir disiplin kimliği kazanmış ve özellikle HÂRİZMÎ, KERECÎ ve ÖMER EL-HAYYÂM gibi matematikçilerin yazmış oldukları eserler, Batı'yı büyük ölçüde etkilemiştir.

İslâm Dünyası'nda büyük ilgi gören astronomi alanındaki araştırmalara yardımcı olmak üzere trigonometri alanında da seçkin çalışmalar yapılmıştır. Bu konudaki en önemli katkı, açı hesaplarında sinüs ve kosinüs gibi trigonometrik fonksiyonların kullanılmış olmasıdır.

36

HÂRİZMÎ

9. yüzyılda Hârizm'de doğduğu için Hârizmî adıyla tanınan ve büyük bir olasılıkla Türk olan Muhammed İbn Musa, Memun'un Bağdat'ta kurduğu Bilgelik Evi'nde bulunmuş ve bu kurumun kütüphanesinde matematik ve astronomi alanlarında araştırmalar yapmıştır. Aritmetik ve cebirle ilgili iki yapıtı, matematik tarihinin gelişimini büyük ölçüde etkilemiştir.

37

Aritmetik kitabının Arapça aslı kayıptır. Bu nedenle bu yapıt, DE NUMERO INDORUM (Hint Rakamları Hakkında) adıyla Adelard

tarafından yapılan Latince tercümesi sayesinde günümüze kadar ulaşabilmiştir. Hârizmî, bu yapıtında, on rakamlı Hint rakamlama sistemini anlatmıştır.

Batılı matematikçiler, Hint rakam ve hesap sistemini kullanmayı bu yapıttan öğrenmişlerdir. Bu hesaplama sistemine, daha sonraları ALGORİSM denecektir.

38

Hârizmî'nin cebir konusundaki yapıtı ise, MUKÂBELE EL KİTÂBÜ'L-MUHTASARFÎ HİSÂBİ'L-CEBR VE'L (Cebir ve Mukabele Hesabının Özeti)

adını taşır ve bu konuda yazılmış ilk müstakil kitaptır. Buradaki cebir sözcüğü, aslında, bir denklemdeki negatif terimin eşitliğin öbür tarafına alınarak pozitif yapılması işlemini, sadeleştirilmesi işlemini ifade etmektedir.

mukabele sözcüğü ise denklemde bulunan aynı cins terimlerin Hârizmî bu eserinde, birinci ve ikinci dereceden denklemlerin çözümleri, binom çarpımları, çeşitli cebir problemleri ve miras hesabı gibi konuları incelemiştir.

39

Gerek Abdülhamid İbn Türk ve gerekse Hârizmî cebire ilişkin çalışmalarında, özellikle ikinci dereceden denklemler üzerinde durmuşlar ve birinci dereceden denklemlerin çözümünde "Yanlış Yolu İle Çözme Yöntemi" ni kullanırken, bugün ax 2 + bx + c = 0 biçiminde gösterdiğimiz ve çözümünü x = - b ± √ b 2 4ac / 2a eşitliği ile bulduğumuz ikinci dereceden denklemlerin çözümünü ise "Kareye Tamamlama İşlemi" ne dayanan ayrı bir çözüm yöntemi önermişlerdir.

40

Bu denklem ile çözüm yöntemi şöyledir: x 2 + bx = c, x = √(b/2) 2 + c - b/2 Bu denklemin çözümü için, ilkin bir kenarı x olan bir kare çizilir.

Bu karenin üst sağ köşesinden her iki yöne de b/2 kadar bir uzunluk eklenir ve bu uzunlukların ucundan şekil kareye tamamlanır.

x 2 x x b/2 b/2

41

Şimdi ortaya çıkan ikinci karede, bir kenarı x büyüklüğünde olan bir kare (x 2 ), bir kenarı x ve diğer kenarı b/2 uzunluğunda olan iki dikdörtgen

(x.b/2) ve bir de bir kenarı b/2 uzunluğunda olan bir kare (b/2) 2 mevcuttur.

Yani, [x + (b/2)] 2 = x 2 + 2 (b/2 x) + (b/2) 2 olur.

[x + (b/2)] 2 = x 2 + bx + (b/2) 2 , x 2 + bx = c [x + (b/2)] 2 = c + (b/2) 2 √[x + (b/2)] 2 = √c + (b/2) 2 x + b/2 =√ c + (b/2) 2 x = √(b/2) 2 + c – b/2 x 2 x x b/2 b/2

42

Hârizmî, Batlamyus'un COĞRAFYA adlı yapıtını KİTÂBU SURETİ'L-ARD (Yer'in Biçimi Hakkında) adıyla Arapça'ya tercüme etmiş ve böylece Yunanlıların matematiksel coğrafyaya ilişkin bilgilerinin İslâm Dünyası'na girişinde önemli bir rol oynamıştır.

43

ABDÜLHAMİD İBN TÜRK

Hayatı hakkında bilinenler çok azdır.

Tarihte Türk lakabını taşıyan nadir Türk

bilim adamlarındandır.

Hârezmi'nin çağdaşıdır. Cebir konusunda yazdığı ve bugün sadece bir kısmı mevcut olan eserde özel tipler halinde gruplandırılmış ikinci

derece denklemlerinin çözümleri,

Hârizmî'ninkilerden daha ayrıntılı olarak verilmiştir.

44

SABİT İBN KURRÂ

Harran'da doğan ve yetişen Sabit İbn Kurrâ (826-901) dönemin önde gelen matematikçilerinden ve astronomlarından biridir. Apollonios, Archimedes, Eukleides ve Batlamyus gibi Yunan bilginlerinin en önemli yapıtlarından bazılarının Arapça'ya tercüme etmiştir.

45

Batlamyus'un Almagest‘i için yapmış olduğu yorumda, sinüs teoreminin tanımını vermiş ve bu teoremi astronomiye uygulamıştır.

Dost sayılar, üzerine yapmış olduğu incelemeler, Pythagorasçıların sayılar teorisi ile ilgili çalışmalarına âşinâ olduğunu göstermektedir. Cebiri geometriye başarıyla uygulamıştır.

46

Platon'un Menon adlı diyalogunda, Sokrates, bilginin doğuştan getirildiğini kanıtlamak maksadıyla, kenarların bir köleye, dik kenarları birbirine eşit olan bir dik üçgende, dik karelerinin toplamının hipotenüsün karesine eşit olduğunu buldurmuştur.

47

Buna göre, bir ABCD karesinde birbirine eşit dört tane dik üçgen bulunur ve bu karenin uçlarından geçmek koşuluyla bir EFGH karesi çizildiğinde, ikinci kare, birinci karenin iki katı olacağından, E A F ABCD = 4 Diküçgen EFGH = 8 Diküçgen ve buradan, 2 (ABCD) = (EFGH) olur.

D H C B G Öyleyse, ABD dik üçgeninde iki dik kenarın (AB ve AD) karelerinin toplamı, hipotenüsün (BD) karesine eşittir. Bu yöntem geometri tarihinde oldukça eskidir ve Bölme ve Ekleme Yöntemi olarak adlandırılır.

48

Sabit İbn Kurrâ, bu özel durumdan yararlanarak daha genel durumlara ulaşmış ve Pythagoras Teoremi'nin dik kenarları birbirine eşit olmayan dik üçgenler için de geçerli olduğunu göstermiştir.

Bunun için dik kenarları birbirine eşit olmayan bir ABC dik üçgeni çizilir ve bu dik üçgenin dik kenarlarından birisi (CB), diğer dik kenarın (AB) büyüklüğü kadar uzatılır; sonra büyüklüğü, CB doğru çizgisinin büyüklüğü kadar olan başka bir doğru çizgi (ED), DC doğru çizgisine dik olarak indirilir ve E ucu C noktasına birleştirilir; böylece birbirine eşit iki dik üçgen elde edilmiş olur. Daha sonra, ED, AB ve AC doğru parçaları bir kareye tamamlanır. Bu durumda, L ACEL = Hipotenüsün Karesi EFHD = Uzun kenarın Karesi ABHG = Kısa kenarın Karesi ve E G F ACEL = EFHD + ABHG olacaktır.

D C H A B

49

KERECÎ

10. yüzyıl sonları ile 11. yüzyıl başlarında Bağdad'da yaşamış, meşhur matematikçilerden

birisi de Kerecî 'dir. Cebir ve aritmetiğin yanında teknik konularda da eserler yazmıştır.

Kerecî, belirli ve belirsiz denklemleri, cebirsel üsleri incelemiş, aritmetik işlemlerini cebirsel terimlere ve ifadelere uygulamış ve cebirsel polinomlara ulaşmıştır. Onun incelediği ve çözümünü verdiği bir belirsiz denklem örneği şöyledir.

50

x 3 + y 3 = z 2 ve m ve n pozitif ve rasyonel sayılar olmak kaydıyla, y = mx ve z = nx olsun. Bu durumda, x 3 + m 3 x 3 = n 2 x 2 x 3 (l + m 3 ) = n 2 x 2 x = n 2 / (l + m 3 ) olur.

Kerecî bu denklemin özel bir çözümü olarak x = l, y = 2, z=3 değerlerini bulmuştur. Onun bu konuda Diophantos'dan etkilendiği bilinmektedir.

51

ASTRONOMİ

Bu bilim dalı da çeviriler yoluyla Yunanlılardan alınmıştır. İslâm Dünyası'nda astronomlar birbirleriyle bağlantılı olan iki tür etkinlik üzerinde yoğunlaşmışlardı. Hem gözlem aletleriyle gökyüzünü gözlemliyorlar ve hem de gözlem verilerini hareketli

geometrik düzeneklerle açıklamaya

çalışıyorlardı.

52

Bunlardan ilki pratik astronominin sahasına giriyordu ve bu konuda İslâm astronomları, belki de gözleme daha yatkın olan bilim anlayışlarının bir sonucu olarak Yunanlılardan daha derin izler bıraktılar.

İlk gözlemevleri onlar tarafından kuruldu.

Gözlemlerin dakikliğini arttırmak için yeni gözlem araçları ve gözlem teknikleri geliştirdiler.

Hatta bu maksatla, açıların ölçümünde yeni bulunan trigonometrik fonksiyonları kullanmaya başladılar.

53

Ancak kuramsal astronominin sahasına giren ikinci etkinlikte aynı ölçüde başarılı olduklarını söylemek mümkün değildir.

Müslüman astronomlar, Aristoteles'in yolundan giderek, Yer'in hareket etmeksizin evrenin merkezinde durduğuna ve Güneş de dahil olmak üzere diğer bütün gök cisimlerinin onun çevresinde dairesel yörüngeler üzerinde sabit hızlarla dolandığına inandılar.

Bu konuda, Batlamyus tarafından önerilen dış merkezli ve taşıyıcı düzenekler değişiklikler yapılmadan alınmıştır.

önemli

54

O dönemlerde, gözlemevlerinde yapılan gözlem sonuçlarının tablolar halinde gösterildiği katologlara zic denilmekteydi.

Zicler, bu tabloların yanı sıra; trigonometriye, küresel astronomiye, takvim çeşitlerine ve yapımına, izdüşüm yöntemlerine, gözlem aletlerinin yapılışı ve kullanımına, astrolojiye ve ibadet vakitlerinin belirlenmesine ilişkin bilgileri de kapsamaktaydılar.

55

FERGÂNÎ

Fergânî 9. yüzyılda yaşamış olan ünlü bir astronomi bilginidir. Türkistan'ın Fergânâ bölgesinde doğup büyümüş ancak daha sonra zamanın bilim ve kültür merkezi olan Bağdat'a yerleşmiştir.

Astronomi konusunda yazdığı ASTRONOMİNİN VE GÖĞÜN HAREKETLERİNİN ESASLARI (Cevâmî İlm en-Nücûm ve'l-Harekât es Semâviye) adlı eseri birkaç kez Latinceye tercüme edilmiştir.

56

BATTÂNÎ

Battânî (858-929), astronomlarından ve devrinin en önemli matematikçilerindendir.

Rakka'da özel bir gözlemevi kurmuş ve burada 887 918 tarihleri arasında son derece önemli gözlemler yapmıştır.

Güneş, Ay ve gezegenlerin hareketlerini gözlemlemiş, yörüngelerini doğru bir biçimde belirlemeye çalışmıştır. Güneş ve Ay Tutulmaları ile ilgilenmiş, mevsimlerin süresini büyük bir doğrulukla hesaplamıştır. Ayrıca, ekliptiğin eğimini de dakika olarak belirlemeyi başarmıştır.

57

Aynı zamanda matematikçi de olan Battânî, bu alanda da son derece önemli çalışmalar yapmıştır. Sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, sekant ve kosekantı gerçek anlamda ilk defa kullanan bilim adamının Battânî olduğu söylenmektedir. Battânî, çalışmaları sırasında bazı temel trigonometrik bağıntılara ulaşmış ve

bunları

kullanmıştır.

astronomik hesaplamalarda

58

EBU'L VEFA EL-BUZCÂNÎ

Yazmış olduğu eserlerle astronomiye büyük hizmetlerde bulunan Ebu‘l Vefâ el Buzcânî (940-998), küresel astronomide karşılaşılan sorunların çözülebilmesi için, yeni trigonometrik bağıntıların keşfedilmesi gerektiğini anlamış ve araştırmalarını daha ziyade bu alana yöneltmiştir. Tanjant ve sekant fonksiyonlarını tanımlamış ve trigonometrik fonksiyonların yayların büyüklüğüne göre değişen değerlerini 15 dakikalık aralıklarla hesaplayarak tablolar halinde sunmuştur.

59

Ebu'1-Vefâ el-Buzcânî, küresel üçgenlerin çözümünde kullanılan çeşitli bağlantıları bulmak suretiyle bu konunun gelişmesine de büyük hizmetlerde bulunmuştur.

Müslüman matematikçiler tarafından Şeklü'l-

Katta, yani Kesenler Teoremi diye

adlandırılan Menelaus Teoremi'ni kullanarak bir dik açılı küresel üçgene sinüs teoremini uygulamıştır.

60

Bağdat'ta yaptığı gözlemlerle gözlemlemiş, ayrıca ekliptiğin eğimini ölçmüş, mevsim farklarını bulmak için ekinoksları Bağdat'ın enlemini ölçmüştür.

Astronomide ilk müşterek çalışma örneğini vermiştir. Ebu‘l Vefa Bağdat'ta, Beyrûnî ise Harezm'de 997 yılındaki Ay tutulmasını gözlemlemişler ve her iki kentteki tutulma farkını bir saat olarak bulmuşlardır. olanağını elde etmişlerdir. Buradan iki kent arasındaki boylam farkını doğru olarak saptama Ayrıca her iki bilim adamı da tutulma düzlemini 23 derece 37 dakika olarak belirlemişlerdir.

61

FİZİK

İslâm Dünyası'ndaki fizik çalışmaları, hareket ve boşluk gibi, Aristoteles'in belirlediği konular çerçevesinde kalmıştı ve onun görüşlerine dayanmaktaydı.

Olan ve bozulan her şey, Aristoteles metafiziğinin temelini oluşturan dört nedensel doğrultusunda açıklanmaya çalışılmıştı.

ilke Hareket, belirli bir cismin, belirli bir biçimde gerçekleşen yer değişiminden oluşmuştu ve bu yer değişimin hem bir yapıcısı ve hem de bir amacı vardı.

62

Yine bu dönem fiziğinin diğer bir özelliği, bugün fiziğin bir dalı olan, ışık ve ses gibi belli başlı konuların, o dönem için fiziksel bilimlerin değil de, matematiksel bilimlerin bir dalı olarak kabul edilmesidir.

Nitekim optik konusunda çok değerli çalışmalar yapan İbnü'l-Heysem, uzun süre Doğu'da ve Batı'da bir fizikçiden ziyade bir matematikçi olarak algılanmış ve tanınmıştır.

63

FÂRÂBÎ

Felsefenin Müslümanlar arasında tanınmasında ve benimsenmesinde büyük görevler yapmış olan Türk filozof ve siyaset bilimcilerinden Fârâbî'nin (874-950), fizik konusunda dikkatleri çeken en önemli çalışması, BOŞLUK ÜZERİNE adını verdiği makalesidir. Fârâbî'nin bu yapıtı incelendiğinde, diğer Aristotelesçiler gibi, boşluğu kabul etmediği anlaşılmaktadır.

64

Fârâbî'ye göre, eğer bir tas, içi su dolu olan bir kaba, ağzı aşağıya gelecek biçimde batırılacak olursa, tasın içine hiç su girmediği görülür; çünkü suyun içeri girmesini engellemektedir”.

“ hava bir cisimdir ve kabın tamamını doldurduğundan Buna karşılık eğer, bir şişe ağzından bir miktar hava emildikten sonra suya batırılacak olursa, suyun şişenin içinde yükseldiği görülür. Öyleyse “ doğada boşluk yoktur”.

65

Ancak, Fârâbî'ye göre ikinci deneyde, suyun şişe içerisinde yukarıya doğru yükselmesini Aristoteles fiziği ile açıklamak mümkün değildir.

Çünkü Aristoteles suyun hareketinin doğal yerine doğru, yani aşağıya doğru olması gerektiğini söylemiştir. Boşluk da olanaksız olduğuna göre, bu olgu nasıl açıklanacaktır?

66

Bu durumda Aristoteles fiziğinin yetersizliğine dikkat çeken Fârâbî, hem boşluğun varlığını kabul etmeyen ve hem de bu olguyu açıklayabilen yeni bir varsayım oluşturmaya çalışmıştır.

Fârâbî, suyun şişenin içinde yükselmesinin, boşluğu doldurmak istemesi nedeniyle değil, kap içindeki havanın yüzünden, doğal hacmine dönmesi sırasında, hava ile su arasındaki komşuluk ilişkisi suyu da beraberinde götürmesi nedeniyle oluştuğunu bildirmektedir.

67

Yapmış olduğu bu açıklama ile Fârâbî, Aristoteles fiziğini düzeltmeye çalışmıştır. Ancak açıklama yetersizdir. Çünkü havanın neden doğal hacmine döndüğü konusunda suskun kalmıştır. Bununla birlikte, Fârâbî'nin bu açıklaması, sonradan Batı'da Roger Bacon tarafından

doğadaki bütün nesneler birbirinin devamıdır ve doğa boşluktan sakınır

biçimine dönüştürülerek genelleştirilecektir.

68

İBNÜ'L-HEYSEM

İbnü'l-Heysem (965 - 1039) optik konusunda çalışmış ve çok başarılı olmuş bilim adamlarından birisidir. Optiğin görme, yansıma, kırılma, gökkuşağı ve renk gibi hemen bütün konularında incelemelerde ve araştırmalarda bulunmuştur.

Asıl büyük başarısı, çok eski dönemlerden beri görmenin gözden çıkan ışınlarla gerçekleştiğini savunan Göz Işın Kuramını deneysel olarak reddetmiş olmasıdır.

69

İbnü'l-Heysem'in bu konuda ileri sürmüş olduğu kanıtlar şunlardır:

Karanlıkta göremeyiz. Eğer ışınlar gözden çıksaydı, karanlıkta görmemiz gerekirdi.

Kuvvetli bir ışığa baktığımızda gözlerimiz kamaşmaktadır.

Eğer ışınlar gözden çıksaydı, gözlerimizin kamaşmaması gerekirdi.

Eğer karanlık bir odanın tavanına bir delik açarsak, sadece o noktayı ve gelen ışığı görürüz. Halbuki ışınlar gözümüzden çıksaydı, her tarafı görmemiz gerekirdi.

Yine, ne zaman yıldızlara baksak onları anında görürüz. Eğer ışınlar gözden çıkmış olsaydı, yıldızları görmemiz için belirli bir zamanın geçmesi gerekirdi. Böyle olmadığına göre demek ki ışınlar gözden çıkmaz.

70

İbnü'l-Heysem'in yansıma konusuna katkısı ise, gelen ışın ile yansıyan ışının neden eşit açılar oluşturduğunu fiziksel ve geometrik yoldan göstermiş olmasıdır.

İbnü'l-Heysem'in kanıtlamasında dikkati çeken en önemli nokta, gelen ve yansıyan ışınların biri dik diğeri ise yüzeye paralel olan iki kuvvetin etkisinde kaldığını ve hareketin yönünü de bu kuvvetlerin bileşkesinin belirlediğini belirtmiş olmasıdır.

71

İbnü'l-Heysem yansımadan sonra kırılmayı da incelemiştir. Yansıma olgusu gibi, kırılma olgusunu da fiziksel ve geometrik yoldan inceleyen İbnü'l-Heysem, konuya gözlemsel ve deneysel bilgi açısından önemli katkılarda bulunmuştur. Fakat diğer optikçiler gibi, İbnü'l Heysem de Kırılma Kanuna ulaşamamıştır.

Kırılma Kanunu, çok sonraları Snell (1591 - 1626) tarafından bulunacak ve bundan dolayı Snell Kanunu olarak da tanınacaktır.

72

KİMYA

İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları, daha önce Hellenistik Çağ'da İskenderiye'de yapılmış olan simya çalışmalarından yoğun bir biçimde etkilenmiştir.

Bu çalışmalar belirginleşmeye sırasında başlayan yavaş Yapısal yavaş Dönüşüm Kuramı'na göre, doğadaki bütün metaller, aslında bir kükürt-civa bileşimidir. Ancak bunların iç ve dış niteliklerinde farklılıklar bulunduğu için, kükürt ve civa kullanmak suretiyle istenilen metali elde etmek mümkündür.

73

Müslüman simyagerilerin maksatlarından birisi de bu dönüşümü gerçekleştirecek EL İKSİR i (filozof taşı), yani mükemmel maddeyi bulmaktır. Mükemmele en yakın metal altın olduğu için, genellikle bu çalışmalarda

altının kullanıldığı görülmektedir. İksir, aynı zamanda sonsuz yaşamın kapısını aralayacak bir anahtar olarak da düşünülmüştür.

74

Ortaçağ İslâm benimseyenlerle Dünyası'nda, benimsemeyenler simyayı arasında süregelen tartışmaların, kimyanın gelişimi üzerinde çok olumlu etkiler yaptığı görülmektedir. Çünkü bu tartışmalar sırasında, taraflar, görüşlerinin doğruluğunu kanıtlamak için, çok sayıda deney yapmış ve bu yolla deneysel bilginin artmasında önemli bir rol oynamışlardır.

75

CÂBİR İBN HAYYÂN

Yapmış olduğu kuramsal ve deneysel araştırmalarla kimyanın gelişimini büyük ölçüde etkilemiş olan Câbir İbn Hayyân'ın hayatı hakkında pek fazla bir bilgiye sahip değiliz. Batıda GEBER adıyla anılır.

Câbir de, Aristoteles'i izleyerek maddeyi dört unsur (toprak, su, hava ve ateş) kuramıyla açıklamaya çalışmış ve bu unsurların nitelikleri (kuru-yaş ve soğuk-sıcak) farklı olduğu için bunların birleşmesinden oluşan maddelerin de farklı özelliklere sahip olduğunu belirtmiştir.

76

Hellenistik Dönem simyagerlerinden de etkilenmiş olan Câbir İbn Hayyân, yeryüzü'ndeki bütün maddeleri 3 ana grupta toplamıştır: Alkol gibi uçucu maddeler.

Altın, gümüş, bakır ve kurşun gibi metaller.

Bazı boya maddeleri gibi, uçucu ve metalik olmayan ara maddeler.

77

Cabir’e göre, hiçbir madde doğada saf olarak bulunmaz ama damıtma işlemiyle onları saflaştırmak mümkündür.

Ayrıca sadece cansızları oluşturan maddeler değil, canlıları oluşturan maddeler de damıtılabilir. Organik kökenli maddeleri damıtmak suretiyle, Câbir'in çeşitli boyaları, yağları ve tuzları elde ettiği bilinmektedir.

Cabir’in Damıtma Düzeneği

78

Metallerin oluşumunu açıklamak maksadıyla ortaya atılmış olan kükürt-civa kuramına göre; altın, gümüş ve bakır gibi metallerin birbirlerinden farklı olmasının sebebi, bu metallerin temelini teşkil eden kükürdün farklılığı ve oluşmaları sırasındaki ısı farkları ve Güneş ışığıdır.

Yeni bir metal meydana getirmek üzere birleşen kükürt ve civa daha önceki özelliklerini terk ederek yeni bir birim oluştururlar. kalaydan ibarettir.

Câbir'in bildiği metaller altın, gümüş, bakır, demir, kurşun ve

79

Câbir İbn Hayyân'ın yapmış olduğu araştırmalar sonucunda, kimya bilimine yapmış olduğu katkıları mümkündür: üç madde altında toparlamak i.

Element görüşünün oluşmasına yardımcı olmuştur.

ii.

Deneylerinde, ölçü ve tartı işlemleri üzerinde hassasiyetle durduğu için, nicellik anlayışının güçlenmesini sağlamıştır.

iii. Çalışmaları sırasında geliştirmiş olduğu yeni aletlerle kimya teknolojisinin ilerlemesine aracı olmuştur.

80

KİNDÎ

9. yüzyılda Bağdad'da yaşayan Kindî (yaklaşık 796-870) Ortaçağ İslâm Dünyası'nın büyük filozoflarından birisidir. Arapça'ya çeviriler yapmış,

matematik, astronomi, fizik ve kimya gibi bilimlerle de ilgilenmiştir. Optiğe

ilişkin çalışmaları, Eukleides'in araştırmalarına dayanmaktadır.

81

Kindî, Câbir İbn Hayyân'ın aksine, “doğada bulunan metaller bileşik değil basittirler ve her birinin kendisine özgü nitelikleri vardır.

Birinin diğerine dönüşmesi veya dönüştürülmesi olanaklı değildir. Dolayısıyla simyevî işlemler aracılığıyla, bakır veya kurşun gibi değersiz metallerden altın ve gümüş gibi değerli metaller üretilemez.” şeklinde düşünmektedir.

82

Kindî, Eukleides'in Göz Işın Kuramı'nı benimsemiş ve ışınların gözden çıktığını kanıtlamak için iki gözlemden yararlanmıştır: i.

Ona göre bir duyu organının yapısı, onun işlevini belirler. Nitekim kulak sesi toplamak için oyuk ve hareketsiz, göz ise küresel ve hareketli olarak yaratılmıştır. Yapısı gereği etkin olduğuna, yani karanlıkta görmeyi sağladığına göre, ışınların gözden çıktığını kabul etmek daha doğrudur.

ii.

Eğer görme, algılanan nesnelerin biçiminin göze gelmesiyle oluşuyor olsaydı, göz önüne yanlamasına konulan bir dairenin, bir doğru parçası şeklinde değil, tam bir daire şeklinde algılanması gerekirdi. Böyle olmadığına göre ışınlar gözden çıkmaktadır.

83

Kindi, ışık ışınlarının yayılım biçimiyle de ilgilenmiş ve gözden çıkan ışınların bir koni oluşturduğunu belirtmiştir. Ancak Eukleides'den farklı olarak, bu koninin kesikli olmadığını, tıpkı Batlamyus'ta olduğu gibi, kesiksiz olduğunu söylemiştir.

Çünkü ona göre, koninin kesikli olduğunu kabul etmenin temelinde ışınların tek boyutlu olduğu inancı yatmaktadır.

Halbuki ışın karanlığa etki ettiğine ve etki etmek, ancak üç boyutlu cisimlere özgü olduğuna göre, ışınlar da üç boyutlu olmalıdır.

84

Kindî'nin koninin kaynağıyla ilgili görüşleri de, Eukleides'in görüşlerinden farklıdır. Ona göre, görsel ışınlar, göz merkezinden değil, dışbükey kısmının anlamında her noktasından, korneanın her yani bugünkü noktasından yayılmaktadırlar. Bu durumda tek bir görsel koni değil, gözlemcinin gözünün yüzeyindeki her noktadan çıkan pek çok koni olacaktır.

GÖZ

85

RÂZÎ

Yerleşik inançları sorgulayan felsefî düşünceleriyle tanınmış olan Râzî (öl. 925), bilimle de ilgilenmiş ve kimya ve tıp gibi alanlarda yapmış olduğu çalışmalarla bilim tarihinde seçkin bir yer edinmiştir.

Kimya biliminde Câbir'in açmış olduğu yoldan giderek yapısal dönüşüm kuramını benimsemiştir.

Ancak Câbir gibi Aristotelesçi değildir. Maddenin oluşumunu dört unsurun birleşmesiyle değil, atomların birleşmesiyle açıklama eğilimindedir.

86

Câbir gibi, bir dizi deney yaparak saf elementi elde etmeye çalışmış ve bu işlemin, maddenin erimesi, çözülmesi, parçalanması, ortaya çıkan parçaların farklı parçalarla birleşmesi ve oluşan ürünün çökelmesi gibi ayrı süreçten geçtiğini belirtmiştir.

Çalışmaları sırasında yeni kimyevî maddeler, yeni yöntemler ve yeni aletler geliştiren Râzî demir gibi zor eriyen metallerin ergitme işlemleri ile ilgili araştırmalar yapmıştır.

87

Râzî'nin kimya alanındaki çalışmalarının yanı sıra, tıp alanındaki çalışmaları da çok önemlidir. Rey'deki bir hastanede doktor olarak görev yapmıştır. Kendisine daha çok Hippokrates'i örnek alan Râzî, Hippokrates gibi, hastalarını tedavi süresince dikkatle gözlemiş ve teşhis ve tedavisini bu gözlemler sırasında elde etmiş olduğu bilgiler ışığında yönlendirmiştir. Teşhis sırasında özellikle nabız, idrar, yüz rengi ve terleme gibi göstergeleri göz önünde bulundurmuştur.

88

Râzî ilk defa Ortadoğu ülkelerinin çoğunda yaygın olarak görülen çocuk hastalıklarından çiçek ve kızamığın tanılarını vermiş ve bunlar arasındaki farkları belirlemiştir.

Râzî hastalıkların tedavisinde, ilaçla tedavi yöntemini tercih etmiştir. Böbrek taşlarının ve mesane taşlarının çıkarılması gibi, genellikle cerrahî müdâhalenin beklendiği durumlarda bile, ilaçla tedaviyi yeğlediği görülmektedir.

89

BİYOLOJİ

Erken tarihli biyoloji yapıtları genellikle ansiklopedik bir nitelik taşır. Bunlarda, bitkilerle ve hayvanlarla ilgili yüzeysel gözlemlerin yanı sıra, hikayelere ve hadislere de yer verilmiştir. İncelenen bitkiler daha çok tıbbî bitkilerdir. Hayvanlara ilişkin açıklamaların ise, özellikle at, deve ve koyun gibi gündelik etkileyen yaşantıyı canlılar doğrudan üzerinde doğruya yoğunlaştığı görülmektedir.

Bitkibilimle ilgilenenler genellikle doktorlardır.

Çünkü tedavi sırasında daha çok bitkilerden yapılan ilaçlar kullanılmaktadır.

90

CÂHİZ

Dönemin önde gelen düşünürlerinden olan Câhiz, yazmış olduğu yedi ciltlik Kitâbü'l-Hayavân (Hayvanlar Kitabı) eserinde, çok sayıda hayvanı tanıtmış ancak bilimsel olan değerlendirmelerin yanında, bilimsel olmayan değerlendirmelere de yer verilmiştir. Yazılış maksadı, daha çok yaratıklardan örnekler getirmek yoluyla Yaratan'ın varlığını kanıtlamak ve Allah'ın yararsız bir hayvan yaratmamış olmasındaki İlâhî Hikmeti övmekti.

Câhiz, canlılar dünyasını, hayvanlar ve bitkiler olmak üzere iki bölüme ayırdıktan sonra, hayvanları hareket biçimlerine göre; Yürüyenler, Uçanlar, Yüzenler ve Sürünenler olmak üzere dört grupta toplamıştır.

91

COĞRAFYA

Ortaçağ İslâm Dünyası'nda, coğrafyacılar, Dünya'nın çapının veya çevresinin hesaplanması, haritaların düzgün bir şekilde çizilebilmesi için uygun izdüşüm yöntemlerinin geliştirilmesi, Yeryüzü'ndeki önemli noktaların enlem ve boylamlarının belirlenmesi gibi matematiksel işlemlere dayanan matematiksel coğrafya ile bilinen Dünya'nın beşerî ve fizikî özelliklerini kapsayan tasvirî coğrafyanın gelişimi yolunda önemli girişimlerde bulunmuşlardır.

Bilhassa, tasvirî coğrafya alanına değerli katkılarda bulunmuşlardır.

92

Matematiksel coğrafya konusundaki çalışmalar, Abbasî halifesi Memûn döneminde (813-833) Arapça'ya çevrilmiş olan Batlamyus'un Coğrafya 'sına dayanmakta ve Yunanlılarda olduğu gibi, astronominin bir dalı olarak kabul edilmekteydi.

Memûn, belki de tarihte ilk defa olarak, dönemin meşhur astronom ve coğrafyacılarından teşkil edilmiş bir bilim kuruluna Yer'in çevresini ölçerek büyüklüğünü belirleme görevini vermişti. İki ayrı yerde yapılan ölçümlerde, bir meridyen dairesinin bir derecelik yayına karşılık gelen uzunluk, astronomik yöntemlerle ölçülerek bulunan değer 360 ile çarpılmış ve Dünya'nın çevresinin uzunluğu bulunmuştur.

93

Coğrafyanın bütün alanlarında önemli eserler vermiş olan Biruni de yerölçümü ile ilgilenmiştir.

Bu alanda kullanmış olduğu yöntemlerden birincisi, yukarda verilen yöntemin aynısıdır ve söylediğine göre, elde ettiği sonuç Memûn dönemindeki ölçümleri doğrular niteliktedir. İkinci yöntem ise, Biruni'ye aittir. Hindistan'a yapmış olduğu bir seyahat sırasında, geniş bir ovaya hakim olan yüksek bir dağa çıkmış ve orada ölçtüğü ufuk alçalma açısından yararlanarak Yer'in çevresinin büyüklüğünü hesap etmiştir.

94

a = ufkun alçalma açısı r = Yer'in yarıçapı h = dağın yüksekliği olduğuna göre, AMC üçgeninde; cos a = AM / MC = r / r + h A a r a C ve buradan r'yi çekersek, r = (r + h). cos a r = r . cos a + h. cos a r - (r .cos a) = h . cosa r. (l - cos a) = h . cos a r = h . cos a /1 – cos a ve l - cos a = 2 sin2 a M olduğundan, r = h . cos a / 2 sin2 a olur.

a ve h ölçülebildiğine göre, bu formülle Yer'in yarıçapı ve sonra da 2πr'den çevresi bulunabilir.

h r

95

MESCÛDÎ

"Müslümanların Herodotos'u" lakabıyla tanınan Mescûdî (öl.957), tarihî olayları oluş anlarına göre birbiri ardı sıra dizmeyi amaçlayan tarih anlayışı yerine, yeni bir anlayış geliştirmiş ve olayları hanedanlara ve uluslara göre sınıflama yoluna gitmiştir.

Mescûdî, diğer birçok Müslüman coğrafyacı ve tarihçi gibi, bilgi edinmek için uzun gezilere çıkmış ve hayatının son on yılını otuz ciltlik MURÛCU'Z-ZEHEB VE MA'ÂDİNU'L CEVHER (Altın Çayırlar ve Gümüş Madenler) adlı yapıtını hazırlamak maksadıyla Suriye ve Mısır'da tüketmiştir.

Yapıtta, İslâmiyet'in doğuşundan Mescûdî'nin dönemine değin geçen olaylar ayrıntılı bir biçimde anlatıldıktan sonra, Müslümanların temas halinde oldukları uluslar, tarihî bir çerçeve içerisinde bütün yönleriyle tanıtılmıştır.

96

TIP

Yunan hekimleri tarafından yazılmış olan bilimsel yapıtlar Arapça'ya çevrilmeden önce, Ortaçağ İslâm Dünyası'ndaki tıp bilgisi, geleneksel anlayış ve uygulamalar ile Hazret-i Muhammed'in beden ve ruh sağlığının korunmasına ilişkin önerilerinden oluşuyordu.

Peygamber Tıbbı olarak adlandırılan bu birikim, Müslümanlar arasında yaygın bir biçimde benimsenmiş ve kullanılmıştır.

97

Çevirilerden sonra, Müslüman hekimler arasında özellikle Galenos'un görüşlerinin yaygınlaştığı görülmektedir. Ancak Müslüman hekimler Yunan birikimini yeterli bulmamışlar ve yaptıkları araştırmalar sırasında edinmiş oldukları kişisel gözlemleri ve deneyimleri bu birikimle kaynaştırarak tıp biliminin gelişimine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Râzî, Ali İbn Abbâs, İbn Sînâ, Zehrâvî ve İbn Nefis gibi isimler, bu dönemin önde bulunmaktadır.

gelen hekimleri arasında

98

ALİ İBN ABBÂS

10. yüzyılda yaşayan Ali ibn Abbâs Ortaçağ'ın önde gelen hekimlerinden biridir. KİTÂBÜ'S-SINAAT (Tıp Sanatı) adlı kitabı tıpla ilgili bütün konuları içermektedir. Ali İbn Abbâs bu yapıtında baştan ayağa doğru, bütün beden hastalıklarını sırasıyla konu edinmiş ve bunların belirtileri ile teşhis ve tedavileri hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Yaralar, tümörler ve taşlar gibi cerrahî müdahale gerektiren durumlarla karşılaşıldığında, cerrahların şu koşulları göz önünde bulundurmaları gerektiğini savunmuştur: i.

ii.

iii.

Cerrahın anatomi bilgisi yeterli olmalıdır.

Ameliyat öncesinde, aletler temizlenmelidir.

Ameliyat sonrasında, hastanın bakımına önem verilmelidir.

99

İSLAM FELSEFESİ

İslam biliminin kaynaklarından biri de bunun düşünsel temelini oluşturan İslam felsefesiydi.

Bu yüzden düşünceleri bilim alanında özellikle etkili olmuştu.

Filozof-bilim adamları geleneğinin üç önemli temsilcisi Kindi, Farabi ve İbn Sina'nın varlık ve bilgi teorisi konularındaki görüşlerini kısaca incelemek yararlı olacaktır.

100

KİNDİ

Kindi (800-870) İslam felsefesinde Aristocu geleneği izleyen Messai okulunun ilk temsilcisiydi ve kendinden sonra gelen felsefeciler gibi ana amacı felsefi ve dinsel bilgiyi tek bir sistem içinde birleştirmekti.

Kindi, felsefe ve din arasında görünürdeki çelişkilerin giderilebileceğine inanıyordu. Buna rağmen Kindi'nin bu tür sorunlara orijinal çözümler getirdiği söylenemez.

Evrenin ortaya çıkışı konusunda ise Kindi Aristoteles'in ezeli evren anlayışından ayrılıp İslami yoktan yaratılış görüsünü benimsemişti.

101

Kindi'ye göre varlıklar, duyularla algılanabilenler (tikeller), akılla algılanabilenler (tümeller) ve vahiy yolu dışında hakkında bilgi edinilemeyenler (ilahi varlıklar) olarak sınıflanıyordu. Bilgi teorisi konusunda fazla bir şey yazmasa da diğer İslam felsefecileri gibi genelde Aristoteles'in 'RUH ÜZERİNE' ('Peri Psuche') adlı eserindeki Akıl (Nous) anlayışını benimsemişti.

102

Bilimleri sınıflandırışı da Aristocu nitelikteydi ve varlık teorisini takip ediyordu.

Değişime tabi varlıkların incelendiği fiziksel bilimler (fizik, biyoloji, coğrafya, vb.); Değişmez formların konu edildiği mantıksal bilimler (matematik, mantık, müzik, metafizik, astronomi); Maddeden tamamen bağımsız varlıkların konu edildiği dinsel bilimler.

Bunlar aynı zamanda önemsizden önemliye doğru sıralanıyordu.

103

FARABİ

Farabi'ye (870-950) geldiğimizde ortada çok daha tutarlı ve özgün bir felsefi sistem olduğunu görüyoruz. Farabi Kindi'den farklı olarak Aristocu felsefenin kendisinden ziyade bunun özellikle kozmolojisi itibariyle İslam'la daha uzlaşabilir gibi görünen Yeni-Platoncu yorumunu benimsemişti.

104

Ona göre doğrudan gerçeğe ulaşmanın yolu felsefeydi; din ise bu gerçeğin halkın anlayabileceği şekle sokulmuş haliydi. Dinle felsefe arasındaki görünüşteki çelişkiler dinin sembolik anlatımından kaynaklanıyordu ve bu gibi durumlarda yorumlanmalıydı.

akıl yoluyla varılacak sonuçlar esas alınmalı, dinsel hükümler buna göre

105

Farabi temelde evrenin yaratılışındaki teorisi; göksel ve dünyevi varlıklar ilk varlık olan Allah'tan türemişlerdi.

Allah'tan ilk olarak ilk akıl çıkmış, bu da hem en dıştaki gök katına hem de İkinci Akıl'a sebebiyet vermişti.

Böylece sırayla on Akıl ve bunların her birine ait olan dokuz gök katı (ki son yedisi o zaman bilinen yedi gezegene karşılık gelir) ortaya çıkmıştı.

Onuncu Akıl sayesinde evrenin merkezindeki dünya yaratılmıştı.

Değişime tabi varlıkların yer aldığı bu Ay-Altı alemde en aşağı seviyede ezeli madde vardı.

106

Bundan dört temel eleman (su, toprak, ateş, hava), onlardan da sırasıyla mineraller, bitkiler, hayvanlar ve son olarak insan ortaya çıkmıştı. Farabi burada, varlık ve bilgi teorilerini bir araya getirecek şekilde, insanın en üst düzeydeki varlığını da akıl olarak görür.

Farabi İslami düşünceyle Yunan düşüncesini içine alan büyük bir sistem kurmuş, fakat bu sistemin İslami yönü oldukça zayıf kalmıştı. Felsefeyi Müslümanların gözünde daha cazip hale getiren ve İslam tarihindeki en etkili sentezi gerçekleştiren Farabi'nin takipçisi İbn Sina olacaktı.

107

İBN SİNA

İbn Sina (980-1037) Aristocu ezeli evren görüsüyle İslami yoktan yaratılış görüşünü uzlaştıracak bir formül buldu. Bunun için

Aristoteles'in metafiziğinde önemli bir değişiklik yaparak varoluş (vucud) ve öz (mahiyet) kavramlarını birbirinden ayırdı.

Çünkü, bir şeyin özünü bilmek o şeyin varolup olmadığını bilmekten bağımsızdı.

108

Varlıklar zorunlu ve mümkün olmak üzere iki çeşitti.

Varolmadıklarını varsaymanın bir çelişki yaratmadığı varlıklar mümkün varlıklardı ve bunlar varoluşlarını kendi dışlarında bir varlığa borçluydular. Bu açıdan bakıldığında dünyada gördüğümüz bütün nesneler gibi evrenin kendisi de mümkün bir varlıktı.

Mümkün varlıklar zincirinde sonsuza kadar geriye gidemeyeceğimize göre varlığı kendi dışında bir şeye bağlı olmayan ve diğer her şeyin varlığını borçlu olduğu bir zorunlu varlığı kabul etmemiz gerekiyordu. Bu varlık da ALLAH 'tı. Sadece Allah'ta varoluş ve öz aynı şeydi. Diğer bir değişle Allah'ın özü varolmaktı.

109

Yaratmanın anlamı da Allah tarafından özlere (veya formlara) varlık verilmesiydi. Fakat bu, zaman içinde gerçekleşen bir olay değildi.

Yani evrenin varolmadığı bir zaman yoktu ve bu açıdan evren ezeliydi.

Allah'ın evrene önceliği zaman bakımından değil mantıksal açıdandı.

Zira İbn Sina'ya göre yaratılışı zaman içinde gerçekleşen fiziksel bir olay olarak görmek içinden çıkılmaz çelişkiler yaratıyordu.

110

Ayrıca İbn Sina'nın sisteminde yaratılış, Farabi'nin ki gibi bir süreç olmaktan çıkıp Allah'ın iradesine bağlı kılınıyor ve böylece İslam'ın ruhuyla da daha uyumlu hale geliyordu.

111