islamdünyasındabilim6

Download Report

Transcript islamdünyasındabilim6

TIP
İBN SÎNÂ
Dünyadaki bütün ilim erbabı
tarafından, dünyanın gelmiş geçmiş en
büyük alimlerinden biri olarak kabul
edilen büyük İslam alimi ve filozofu
İbn Sina, tahminen 981 tarihinde
Buhara'nın Efşene Köyü'nde doğdu.
Babası Abdullah evini felsefe,
geometri ve matematik ile ilgili
konuların tartışıldığı bir mekan haline
getirmişti. İbn Sina böyle bir ortamda
büyüdü.
64
Olağan üstü bir zekaya sahip olduğundan daha çok
küçük yaşlardan itibaren dikkatleri üzerine
çekmeye başladı. Kısa sürede hocalarından aldığı
dersleri tamamlayan İbn Sina, hocalarının yetersiz
olduğu konularda kendi kendine araştırma yaptı ve
bir çok eser okudu.
Bir çok alanda zamanının ileri gelen alimleri
seviyesine ulaştı ve daha sonra tıp ilmi üzerinde
yoğunlaşmaya başladı.
65
Müspet bilimlerin yanında din ilimlerini de ihmal etmeyen İbn
Sina, fıkıh ilminde de eğitimini sürdürerek girdiği ilmi
tartışmaların da etkisiyle önemli bilgilere sahip oldu.
Din bilimleriyle fen bilimlerini bir arada öğrenmeye devam
ederek tıp alanındaki başarısından dolayı saray hekimliğine
atandı. Bu arada zengin saray kütüphanesinden istifade
etmeyi ihmal etmedi. Daha önce ulaşamadığı bir çok esere
ulaşarak okuma fırsatını elde etti.
66
Felsefe, matematik, astronomi, fizik,
kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin
muhtelif alanlarında seçkinleşmiş olan,
İbn Sînâ matematik alanında
matematiksel terimlerin tanımları ve
astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin
yapılması konularıyla ilgilenmiştir.
Astroloji ve simyaya itibar etmemiş,
Dönüşüm Kuramının doğru olup olmadığını
yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve
doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn
Sina'ya göre, her element sadece
kendisine özgü niteliklere sahiptir ve
dolayısıyla daha değersiz metallerden
altın ve gümüş gibi daha değerli
metallerin elde edilmesi mümkün değildir.
67
İbn Sînâ, mekanikle de ilgilenmiş ve
Aristoteles'in hareket anlayışını bazı
yönlerden eleştirmiştir. Bilindiği gibi,
Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile
cisim arasındaki temas ortadan kalktığında,
cismin hareketini sürdürmesini sağlayan
etmenin ortam, yani hava olduğunu söylüyor
ve havaya biri cisme direnme ve diğeri cismi
taşıma olmak üzere birbiriyle
bağdaşmayacak iki görev yüklüyordu.
68
İbn Sînâ bu çelişik durumu görmüş, yapmış
olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın
güçlerini karşılaştırmış ve Aristoteles'in haklı
olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın
şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna
varmıştır. Oysa meselâ bir ağacın yakınından
geçen bir ok, ağaca değmediği sürece, ağaçta ve
yapraklarında en ufak bir kıpırdanma
yaratmazken, rüzgar ağaçları sallamakta ve
hatta kökünden kopartabilmektedir. Öyleyse
havanın şiddeti cisimleri taşımaya yeterli
değildir.
69
İbn Sînâ, Aristoteles'in yanıldığını gösterdikten
sonra, kuvvetle cisim arasında herhangi bir temas
bulunmadığında hareketin kesintiye
uğramamasının nedenini araştırmış ve bir nesneye
kuvvet uygulandıktan sonra, kuvvetin etkisi
ortadan kalksa bile nesnenin hareketini
sürdürmesinin nedeninin, kasrı meyil
(güdümlenmiş eğim), yani nesneye kazandırılan
hareket etme isteği olduğunu sonucuna varmıştır.
Üstelik İbn Sînâ bu isteğin sürekli olduğuna
inanmaktadır yani ona göre, ister öze ait olsun
ister olmasın, bir defa kazanıldı mı artık
kaybolmaz.
70
Bu yaklaşımıyla eylemsizlik ilkesi'ne
yaklaştığı anlaşılan İbn Sînâ, aynı zamanda
nesnenin özelliğine göre kazandığı
güdümlenmiş eğimin de değişik olacağını
belirtmiştir. Meselâ elimize bir taş, bir
demir ve bir mantar parçası alsak ve
bunları aynı kuvvetle fırlatsak, her biri
farklı uzaklıklara düşecek, ağır cisimler
hafif cisimlere nispetle kuvvet kaynağından
çok daha uzaklaşacaktır.
71
İbn Sînâ bu denemeleri sonucunda ağır
cisimlerin, hafif cisimlere nispetle daha
büyük bir güdümlenmiş eğim kapasitesine
sahip olduğuna karar vermiştir. Bundan dolayı,
ağırlık ve hızla doğru orantılıdır.
Ağırlıkla doğru orantılıdır; çünkü cisim ne
kadar ağırsa, güdümlenmiş eğim kapasitesi o
kadar fazladır.
Hızla doğru orantılıdır; çünkü cisim ne kadar
hızlı fırlatılırsa o kadar uzağa gider.
72
Şayet İbn Sina'nın bu sözlerini formüle edip, ağırlık
yerine de kütle kavramını konulursa,
Güdümlenmiş Eğim = Hız . Kütle = v . m
ifadesine ulaşılır ki bu ifâde modern fiziğin
momentum kavramından başka bir şey değildir.
Momentumun değişmesi ise kuvveti vereceğinden, bu
formül,
F = d (v.m)/dt
olur ki bu da Newton'un İkinci Kanunu'dur.
73
İbn Sina'nın bu çalışması oldukça
önemlidir. Çünkü 11. yüzyılda
yaşayan bir kimse olmasına karşın,
Yeniçağ Mekaniği'ne yaklaştığı
görülmektedir. Onun bu
düşünceleri, çeviriler yoluyla
Batı'ya da geçmiş ve güdümlenmiş
eğim terimi Batı'da impetus
terimiyle karşılanmıştır.
74
İbn Sînâ, her şeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki
çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme
almıştır. Ancak, İbn Sînâ dendiğinde, onun adıyla
özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu
ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve
kullanılmış olan EL-KÂNÛN Fİ'T-TIB (Tıp Kanunu) adlı
eseri akla gelir.
Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin
i.
Birinci Kitab'ı, anatomi ve koruyucu hekimlik,
ii.
İkinci Kitab'ı basit ilaçlar,
iii.
Üçüncü Kitab'ı patoloji,
iv.
Dördüncü
Kitab'ı
ilaçlarla
yöntemlerle tedavi ve
v.
Beşinci Kitab'ı ise çeşitli ilaç terkipleriyle
ve
cerrahî
ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir.
75
Tarihte ilk defa, tıp ve cerrahîyi iki ayrı disiplin olarak
değerlendiren İbn Sînâ, cerrahî tedavinin sağlıklı olarak
yürütülebilmesi için anatominin önemini özellikle
vurgulamıştır. Hayatî tehlikenin çok yüksek olmasından
ötürü pek gözde olmayan cerrahi tedavi ile ilgili örnekler
vermiş ve ameliyatlarda kullanılmak üzere bazı aletler
önermiştir.
Gözle de ilgilenmiş olan İbn Sînâ, döneminin seçkin
fizikçilerinden İbn’ül Heysem gibi, Göz-Işın Kuramı'nı
savunmuş ve üst göz kapağının dışa dönmesi, sürekli beyaz
renge veya kara bakmaktan meydana gelen kar körlüğü gibi
daha önce söz konusu edilmemiş hastalıklar hakkında da
ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur.
76
İslâm Dünyası'ndaki Bilim ve
Felsefenin Batıya Aktarılması
İslâm Dünyası'nda yürütülen ilmî ve
felsefî uğraşların ürünleri, bazı kişisel
temaslar bir yana bırakılacak olursa, üç
kanaldan Avrupa'ya akmış ve Batı bilim
ve felsefesinin biçimlenmesinde uyarıcı,
besleyici ve yönlendirici etkilerde
bulunmuştur.
Bu kanallar; Endülüs, Sicilya ve Haçlı
Seferleri esnasında Haçlıların
ulaşabildikleri ve uzun süre
tutunabildikleri Ortadoğu kentleridir.
Bunlardan Endülüs kanalının
diğerlerinden daha verimli ve etkili
olduğu anlaşılmaktadır.
77
Endülüs’ün Katkısı
Endülüs medreselerinde, Arap dili ile birlikte, bilim ve
felsefe tahsili alarak yetişmiş olan Yahudi ve
Hıristiyan bilginler, bu sahalarda yapmış oldukları
çevirilerle 12. YÜZYIL RÖNESANSI olarak
adlandırılan uyanış döneminin oluşmasında çok önemli
roller oynamışlardır. Bu mütercimler arasında en
verimli olanları Bathlı Adelard, Chesterlı Robert,
Sevillalı John, Dalmaçyalı Herman, Tivolili Plato ve
Cremonalı Gerard'dır. Bu rönesansın, sonradan
İtalya'dan başlayarak diğer Avrupa ülkelerine
yayılacak olan 15. YÜZYIL RÖNESANSI'ndan ayrılan
en belirgin yönü, Arapça'dan Latince'ye yapılan
çeviriler sonucunda oluşması ve sanattan çok bilim ve
felsefeye yönelik olmasıdır.
78
Sicilya’nın Katkısı
Müslümanlar daha 8. yüzyılda Sicilya'yı ele geçirmişler
ve zamanla bu adayı bir ticaret ve kültür merkezi
haline getirmişlerdi.
1060'da Normanlar Sicilya'yı fethedince, İslâm
medeniyetini sahiplenmişler ve bu medeniyetten
yararlanmaya çalışmışlardır. Örneğin dönemin en aydın
yöneticilerinden olan Norman Kralı II. Roger (11011151), Arapça öğrendiği ve Arapça yazılan bilim ve
felsefe eserlerini topladığı gibi, coğrafyacı İdrisî gibi
Müslüman bilginleri de araştırmalarında teşvik
etmiştir.
Sicilya'daki meşhur Salerno Tıp Okulu, bu dönemlerde
atılan temeller üzerinde kurulacak ve Batı tıbbini
büyük ölçüde etkileyecektir.
79
Haçlı Seferleri’nin Katkısı
Yaklaşık 200 sene süren Haçlı Seferleri'nin maksadı
Müslümanların bilgi ve beceri birikimlerini
Avrupa'ya aktarmak değildi ama Haçlılar,
Müslümanlarla karşılaştıklarında İslâm
Uygarlığı'ndan çok etkilenmişler ve Avrupa'ya yeni
düşünceler ve görüşlerle dönmüşlerdi.
Arapça öğrenmişler ve Arapça yapıtları okuyarak
kendilerini yetiştirmişlerdi. Müslümanları yalnızca
günlük yaşama biçimleri itibariyle değil, yaşam
anlayışları ve dünya görüşleri itibariyle de taklit
etmeye başlamışlardı.
80
Kısacası giderek uyanıyorlar ve yaklaşık 1000
yıl süren düşünce geleneklerinden
uzaklaşıyorlardı. Sonunda Kutsal Kudüs'e
ulaşmışlar ve bir süre hâkimiyetleri altında
tutmuşlardı. Ancak medeniyet tarihi
açısından bakıldığında, siyasî ve askerî
başarıları, iyi bir öğrenci olmalarından
kaynaklanan ilmî başarılarının yanında çok
sönük kalmıştı.
81
İslâm Dünyası'ndaki Bilimsel Etkinliklerin
Yavaşlaması ve Duraklaması
İslâm Dünyası'ndaki bilimsel araştırmaların, 8. yüzyıl
ile 16. yüzyıl arasında bilimin çeşitli alanlarını
etkileyecek ölçüde verimli olduğu görülmektedir.
Ancak 17. yüzyılın başlarından itibaren bu araştırmalar
giderek verimliliklerini kaybetmiş ve bilimi geliştirmek
bir yana, anlamak bile büyük bir sorun haline gelmiştir.
17. yüzyıl öncesinde Müslüman bilginler bilime
gerçekten çok önemli katkılarda bulunmuşlardır. Fakat
bu katkıların nitelik ve niceliği yaklaşık 8 yüzyıl
boyunca sürekli olarak aynı düzeyde kalmamış, diğer
birçok gelişmede olduğu gibi, süreç içerisinde çoğalmış
ve azalmıştır.
82
En değerli ve önemli araştırmalar, 8. ve 12.
yüzyıllar arasındaki 4 yüzyıl içerisinde
gerçekleştirilmiştir. 13. ve 14. yüzyıllar ise
dinî ve siyasî çatışmaların yoğunlaştığı bir
dönem olmuş ve bu nedenle, Doğu'da
Timurluların ve Batı'da ise Osmanlıların siyasî
birlik ve bütünlüğü sağlamaya yönelik
girişimlerinin başarıya ulaşmasına kadar
bilimin gelişimi yavaşlamıştır. 15. ve 16.
yüzyıllar ise, bilimin gelişim süreci içinde yeni
bir canlanma dönemi olarak görülebilir.
83
Bilimsel Gelişimin İslâm Dünyası'nda
16. Yüzyıldan Sonra Duraklamış Olmasının Nedenleri
16. yüzyıl öncesine de uzanan bu nedenlerin tümünü
belirlemek olanaksızdır. Ancak burada tarihçilerin
saptamış oldukları birkaç önemli nedene
değinmekte yarar vardır.
I.
Bunlardan ilki, İslâm Dünyası'nın birliğini ve
bütünlüğünü bozan dinî ve siyasî çatışmalardır ve
bu çatışmaların başlangıçları, Dört Halife
Dönemi'ne kadar geriye götürülmektedir. Birlik ve
bütünlüğün kurulduğu dönemlerde bilimsel
etkinliklerin arttığı, dağıldığı dönemlerde ise
azaldığı gözlenmektedir.
84
I.
Emevîler ve Abbasîler gibi merkezî güçlerle
bunların yönetimi ve denetimi altında bulunan
yerel güçler arasındaki siyasî çatışmalar
kadar, Sünnîler ve Şiîler arasındaki dinî
çatışmalar da, İslâm inancının öngördüğü ve
hedeflediği birlik ruhunu yıkıcı gerilim odakları
oluşturmuş ve çekişmelerin ve çatışmaların
yoğunlaştığı dönemlerde ve bölgelerde,
insanların düşünsel etkinlikleri, doğal olarak
hasımlarını güçsüz bırakmaya koşullanmıştır.
85
II.
İslâm toplumlarının ulaşmış olduğu maddî
olanaklar, bunlardan yoksun olan Moğollar ile
Avrupa'da yaşayan Hıristiyan toplumlarının
ilgisini ve isteğini çekmiş ve Müslümanları,
bunlardan gelecek saldırılara karşı maddî (ve
doğal olarak manevî) birikimlerini koruma
zorunluluğuyla yüz yüze getirmiştir.
Bu nedenle özellikle 13. ve 14. yüzyıllar, içerden
gelen tehlikeler yanında dışardan gelen tehlikeler
nedeniyle de siyasî istikrarın kaybolduğu ve
varoluş savaşımının güncelleştiği bir dönem
olmuştur. Böyle bir dönemde bilimsel beceriden
çok, askerî beceriye gereksinim duyulması
doğaldır.
86
III.
Yunanlıların bilim anlayışlarının etkisi altında
kalan Müslüman düşünürler, bütün Ortaçağ
boyunca felsefi etkinlik ile bilimsel etkinliğin
birbirlerinden çok farklı ilkelere dayanan iki
ayrı düşünsel işlev olduğunu açık bir biçimde
anlamamışlar ve mesela Aristoteles'in
felsefik yargılarıyla biyolojik yargılarını aynı
bakış açısıyla değerlendirmişlerdir.
Dolayısıyla, filozoflarla kelamcılar arasında
geçen tartışmaların kelamcılar lehine
sonuçlanmasından sonra, bilim de felsefe gibi
kuşkuyla bakılan bir alan durumuna gelmiştir.
87
IV.
Akıl ve inanç konuları, işleyiş yolları ve
sınırları objektif bir biçimde belirlenemediği
ve aklî ve nakli ilim taraftarlarınca, birini
diğerine üstün kılma savaşına girişildiği için,
akıl-inanç çatışmasına sebebiyet verilmiştir.
Oysa bir süre sonra, hem Hıristiyan
Ortaçağı'ndaki ve hem de İslâm
Ortaçağı'ndaki gelişmeler, böyle bir
çatışmanın anlamsız ve yararsız olduğunu
gösterecektir.
88