İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR Öykücü CAN ÖZOĞUZ Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına… Üç kornerin bir penaltı, iki.

Download Report

Transcript İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR Öykücü CAN ÖZOĞUZ Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına… Üç kornerin bir penaltı, iki.

Slide 1

İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR
Öykücü CAN ÖZOĞUZ

Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına…

Üç kornerin bir penaltı, iki kösteğin bir gıcır ettiği zamanlardı. Afacan, evin kapısından usulca içeri
süzüldü. Okul çantasını girişteki portmantonun üzerine sessizce bıraktı. Bir an için, duvardaki “Küçük
Çoban” tablosunun güzelliğine baka kaldı. Gülümsedi. Sonra çıt çıkartmadan, parmak uçlarında,
pürtelâş odasına koştu. Göz açıp kapayıncaya kadar gömleği, ceketi, kravatı, pantolonu, ayakkabıları,
odanın sağına soluna saçılmıştı. Koridordan yine parmaklarının ucunda, sessizce kapıya yöneldi.
Annesine yakalanmaması gerekiyordu. Aceleyle üzerine geçirdiği pamuklu eşofmanı ve ayağında beyaz
lastik ayakkabılarıyla, kapıyı çarpıp ikinci kat merdivenlerinden uçarak aşağıya inerken, cebinde
misketleri şakırdıyordu.

O hızla sağına soluna bakmadan caddeye fırladı. Bir anda kulağının dibinde, keskin bir fren sesi
duymasıyla, yolun karşı tarafında park etmiş arabayı göğüslemesi bir oldu. Derin bir nefes aldı;
arkasına döndü. Freni kökleyip kıl payı durabilmiş, eli ayağı titreyen, kızgın bir taksi şoförü, arabasının
camından avaz avaz ona bağırıyordu. Pek aldırış etmedi. Başını kaldırıp karşıya baktı. Koşarak çıktığı
apartmanın bütün pencerelerini endişeli yüzler doldurmuştu. İçlerinde en perişan görüneni, çarpılan
sokak kapısı sesinin hemen ardından, o acı fren sesini duyup can havliyle pencereye koşan annesiydi.
Afacan, boynu yana bükük, kaşları yukarı kalkık, dudakları ince bir çizgi olmuş masum pozu ve
yüzünde “Bir şey olmadı, merak etme anne!” ifadesiyle, ikinci kat penceresine kaçamak bir bakış
fırlattı. Sonra hemen arkasını dönüp karşı bahçede misket oynayan çocukların arasına karıştı.
O günlerde misket artık futboldan önemli olmaya başlamıştı. Her akşamüstü sokakta mahallenin
elebaşlarının “aldım verdim ben seni yendim adımlamasıyla” kurdukları takımlar arasında kıran kırana
futbol maçları yapılıyor, geceleri bir ıslıkla evden kaçılıp kukalı saklambaca çıkılıyor, ama hepsinden
önce her okul dönüşü karşı evin bahçesinin toprak zemininde misket oynanıyordu.
Afacan, üçgende rakiplerini ütebilmek için, boş kalan bütün zamanlarını, evin her köşesinde;
battaniyenin, halının, koltuğun üzerinde kondik çakma çalışmasıyla geçirir olmuştu. Bütün bu heyecan,
sadece bir avuç gıcır misketin güneş ışığındaki sihirli parıltısına sahip olabilmek içindi. O yüzden
arabanın tamponundan paçayı kurtarır kurtarmaz, karşı bahçede bir an önce oyuna katılmak istedi.
Meraklı, onu hemen kaş-göz işaretleriyle yanına çağırıp ağacın altına çekti. Kalınlaşmaya yeni
başlamış cırtlak horoz gibi sesiyle:
“Oğlum annen hâlâ pencerede, sakın dönüp bakma, çağırmasın gerisin geriye. Yarın sizinkilerle
Eymir Gölü’ne pikniğe gidiyormuşuz, haberin var mı? Annem söyledi. Misketlerini getirmeyi sakın
unutma ha! Tamam mı?” dedi.
“Tamam,” dedi Afacan, büyüyen göz bebeklerinde yeni gıcırların hayalinin parıltısıyla. Meraklı’nın
birkaç amerikanı vardı; şöyle kondik çaktın mı geri tepen, onların sıcaklığını avucunda hissedip, cebine
indireceği anı hayal etti. Meraklı’nın kardeşi Sarı Kafa ise zaten çok acemiydi üçgende, onun misketleri
çantada keklik sayılırdı.

“Sen de bütün misketlerini getir o zaman. Sarı
Kafa da getirir di mi?” dedi. “Amerikanlarını da
unutma ama bak!” diye ekledi.
“Tamam, tamam meraklanma,” dedi Meraklı,
akordu bozuk sesiyle. ‘Bütün misketlerin benim
olacak nasılsa yakında,’ diye geçiriyordu içinden.
O günkü misket oyunu bitince, Afacan, ne
akşamüstü futbol maçına, ne de o geceki kukalıya
katıldı. Evde bütün akşam hiç durmadan kondik
çalıştı. Ertesi gün gıcırlarını riske atmamak için oyuna
ikişer ikişer süreceği kösteklerini daha yeni
görünsünler diye sabunla iyice yıkayıp bir güzel
kuruladı. Bunu yapmasa Meraklı’nın su koyacağını,
iki yerine dört köstek bir gıcır sayılır diyeceğini
biliyordu. Yıkadığı köstekleri pikniğe giderken
giyeceği pantolonunun sol cebine, gıcırları da sağ
cebine koyup, pantolonuyla gömleğini kapısının
arkasına astı. Bütün hazırlıkları tamamdı artık. Yatak
odasındaki lambayı söndürdü ve her akşam yaptığı
gibi pijamalı üç adım atlayışıyla uzaktan yatağına
atladı. Bu önleme, yatağın altına gizlenmiş canavara
ayağını kaptırmamak için başvuruyordu. Şimdi çok
mutluydu. Derin bir iç geçirdi ve ertesi gün piknikte
üteceği gıcır misketlerden ışığa tutup parıltısını
beğendiklerini sağ cebinde, kösteklerle
beğenmediklerini tekrar oyuna sürmek üzere sol
cebinde biriktireceğini hayal ederek tatlı bir uykuya
daldı.
*
*
*

Fakat hayat beklenmedik sürprizlerle doluydu. Piknikten dönüş yoluna koyulduklarında,
Afacan ağlamaktan yorulmuş, bitap düşmüş bir haldeydi. Kızarmış gözleriyle öylece oturuyor,
toprak yolda arabanın girdiği her çukurda acıdan inliyordu. Babası hastaneye tam gaz gitmek
isterken, çocuğun inlemelerini duydukça arabayı sarsmamak için yavaşlıyordu. Ağabeyi onun kırık
kolunu arasına koyduğu tahta parçalarıyla sarsmadan düzgün tutmaya çabalıyor, Meraklı ise
arada bir “Tamam abi, bir şey olmayacak meraklanma, daha önce de kırılmadı mı yahu!” gibi bir
şeyler mırıldanıyordu. Fakat o bu seferkinin farklı olduğunu, oradakilerin kolu ortadan kırılıp ters
tarafa döndüğü anki bakışlarından anlamış ve daha kolunda acıyı hissetmeden basmıştı
yaygarayı… “Anneee, sakat kaldım anneee!” feryadı bir anda annesinin yüreğine kurşun gibi
saplanmıştı. Hâlbuki piknik yerinde koşmamıştı bile. Oyun heyecanından önüne doğru dürüst
bakmadan yürürken, ayağı takılıp yere düşmüş, otların arasında saklı kalmış bir taş kolunun tam
ortasına çarpmış ve o müthiş kondikleri çakan sağ kolunun iki kemiği birden çat diye kırılıp kol orta
yerinden ters tarafa dönmüştü.
*
*
*
“Tommiks’i mi seviyorsun yoksa Rodi’yi mi?”
“İkisini de seviyorum. Okul kantininde Rodi çikletleri çıktı. Ona kendisini ne kadar sevdiğimi
göstermek için her gün alıyorum bir tane.”
“Yok yahu! Bak bizim zamanımızda yoktu bunlar. Çok şanslısınız siz valla. Peki, Konyakçı
mı iyi ata biniyor yoksa Doktor mu sence?”
“Konyakçı tabii ki, görmedin mi ata binmekten bacakları eğrilmiş.”
“Doğru bak bunu düşünmemiştim. Ata binmekten olmuş o öyle değil mi? Ama en iyi Tommiks
biniyor galiba. Söz gelimi Napolyon’un sağrısına gizlenip Kızılderilileri kandırıyor falan; onlar da
Napolyon başıboş gidiyor sanıyorlar. Sonra hem sağ eliyle, hem de sol eliyle çok iyi silah
kullanıyor. Aynı anda ikisini birden hızla çekip haydutların kurşunlarından korunmak için kendini
yere atarken, karşısındaki dört adamın silahlarını aynı anda vurarak ellerinden düşürebiliyor.
Amma kahraman ranger bu Yüzbaşı Tommiks yahu, di mi?”
“Tabii ki; ama Çelik Blek daha kuvvetli ondan, valla karşılaşsalar yener kavgada. Tommiks
onu ancak silahlı düelloda yenebilir.”

“Nerden biliyorsun Blek’in kavgada yenebileceğini? Tommiks’i görmüyor musun? Dev gibi
adamlarla bile başa çıkıyor yumruk yumruğa giriştiği kavgalarda.”
“Yok, yenemez imkân yok. Bizim tak-tuklarda da en kuvvetlisi sağ kroşeta çakan Çelik Blek,
ondan kuvvetlisi yok ki!”
“Tak-tuk da nesi?”
“Ha tabii, nerden bileceksiniz siz. Tak-tukları biz kendimiz yapıyoruz, Tommiks-Teksas
kapaklarından kesip. Sonra arkasına karton yapıştırıp kuvvetlendiriyoruz onları ve savaştırıyoruz
birbirleriyle. Oradan biliyorum Çelik Blek’in en kuvvetlisi olduğunu. Ağabeyim karar veriyor zaten.
Yalnız en kuvvetli tak-tukları hep kendi ordusuna alıyor, o zaman pek anlaşamıyoruz işte.”
“Haksızlık oluyormuş biraz; ama neyse olur böyle şeyler! Aslında ata en iyi binen de Ret Kit
bence. Öyle değil mi? İsterse Düldül’ün üstünde uyuyor, isterse sigarasını falan sarıyor giderken.

Çat!
“Neydi o?”
“Hiç önemli bir şey değil, biz sohbet
ederken iki taraftan hafifçe kolunu
çekiyoruz ya, işte demin kırılan birinci
kemik yerine oturdu. İkinciyi de oturtalım
ondan sonra alçıya alacağız.”
“İyileşecek di mi? Çok kötü kırıldı da; böyle
ters dönmüştü kolum.”
“Merak etme hiçbir şeyin kalmayacak,
biraz uzun sürebilir tam iyileşmesi ama
bazı avantajları da yok değil bu işin. Kırılan
sağ kolun olduğuna göre bu sene bütün
yazılılardan kurtuldun gittin bir kere.
Yılsonuna kadar keyif yaparsın artık okulda;
mahalledeki, sınıftaki kızlara alçının
üzerine imza attırtmak da cabası. Peki, en
iyi kılıç kullanan kim? Sen onu söyle
bakalım”
“Karaoğlan tabii ki, sonra da Baybora...”
*

*

*

Annesi bir saattir bütün bu konuşmaları acil müdahale odasının kapı ağzında
sessizce dinliyordu. Sonunda Afacan doktorların yanından alçılı koluyla çıktığında,
annesinin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Çocuk hemen koşup tek eliyle sarıldı ona
ve başını göğsüne gömdü okşansın diye. Annesinin sıcaklığı çabucak içini ısıtmış,
kokusu rahatlatmıştı onu. Başını kaldırdı; gülümseyerek baktı:
“Merak etme anne, iyileşecekmiş” dedi.
“Kara kaşlım, kara gözlüm benim, tabii iyileşecek.”
Çocuğun başını, yanaklarını öpüp kokluyordu. Sonra onu kanatlarının altına
aldı ve dışarıda bekleyenlerin yanına doğru yürümeye başladılar birlikte…

Afacan o akşamüstü birkaç saat içinde Hacettepe Hastanesi’ndeki o iki
hoş sohbet doktorun tedavi ve terapisinden geçip annesinin koynunda eve
geldiğinde hiçbir sağlık endişesi kalmamıştı. Odasına gitti, pantolonunu çıkarıp
sağlam eliyle iki cebindeki misketlerin hepsini yatağın üzerine boşalttı. Köstekleri
gıcırları ayırıp tek tek saydı. İyi ütmüştü Meraklı’yla Sarı Kafa’yı. Kolu kırılmasa
Meraklı’nın sona sakladığı iki amerikanını da ütecekti ama ona sıra gelememişti.
Bir amerikanını alabilmişti sadece. Onu tavandaki lambanın ışığına tutup
parıltılarını seyretti uzun uzun. Sonra bütün misketlerini başucu komedininin
içindeki kutuya koyarken en sevdiği beş misketini yatağın üzerinde yan yana dizdi
ve yeni üttüğü amerikanıyla sol elle kondik çalışmaya başladı. Küçük boy amerikan
süper geri tepiyordu. Sol elini iyice geliştirirse bu misketle bütün mahalleyi
ütebilirdi.
Öykücü
(İstanbul, 1 Mayıs 2011)

Öykü : Can Özoğuz

Müzik: La Mamma, Charles Aznavour

Misket fotoğrafları: Can Özgün

Tablo fotoğrafı: Can Özoğuz

www.oykucu.net


Slide 2

İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR
Öykücü CAN ÖZOĞUZ

Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına…

Üç kornerin bir penaltı, iki kösteğin bir gıcır ettiği zamanlardı. Afacan, evin kapısından usulca içeri
süzüldü. Okul çantasını girişteki portmantonun üzerine sessizce bıraktı. Bir an için, duvardaki “Küçük
Çoban” tablosunun güzelliğine baka kaldı. Gülümsedi. Sonra çıt çıkartmadan, parmak uçlarında,
pürtelâş odasına koştu. Göz açıp kapayıncaya kadar gömleği, ceketi, kravatı, pantolonu, ayakkabıları,
odanın sağına soluna saçılmıştı. Koridordan yine parmaklarının ucunda, sessizce kapıya yöneldi.
Annesine yakalanmaması gerekiyordu. Aceleyle üzerine geçirdiği pamuklu eşofmanı ve ayağında beyaz
lastik ayakkabılarıyla, kapıyı çarpıp ikinci kat merdivenlerinden uçarak aşağıya inerken, cebinde
misketleri şakırdıyordu.

O hızla sağına soluna bakmadan caddeye fırladı. Bir anda kulağının dibinde, keskin bir fren sesi
duymasıyla, yolun karşı tarafında park etmiş arabayı göğüslemesi bir oldu. Derin bir nefes aldı;
arkasına döndü. Freni kökleyip kıl payı durabilmiş, eli ayağı titreyen, kızgın bir taksi şoförü, arabasının
camından avaz avaz ona bağırıyordu. Pek aldırış etmedi. Başını kaldırıp karşıya baktı. Koşarak çıktığı
apartmanın bütün pencerelerini endişeli yüzler doldurmuştu. İçlerinde en perişan görüneni, çarpılan
sokak kapısı sesinin hemen ardından, o acı fren sesini duyup can havliyle pencereye koşan annesiydi.
Afacan, boynu yana bükük, kaşları yukarı kalkık, dudakları ince bir çizgi olmuş masum pozu ve
yüzünde “Bir şey olmadı, merak etme anne!” ifadesiyle, ikinci kat penceresine kaçamak bir bakış
fırlattı. Sonra hemen arkasını dönüp karşı bahçede misket oynayan çocukların arasına karıştı.
O günlerde misket artık futboldan önemli olmaya başlamıştı. Her akşamüstü sokakta mahallenin
elebaşlarının “aldım verdim ben seni yendim adımlamasıyla” kurdukları takımlar arasında kıran kırana
futbol maçları yapılıyor, geceleri bir ıslıkla evden kaçılıp kukalı saklambaca çıkılıyor, ama hepsinden
önce her okul dönüşü karşı evin bahçesinin toprak zemininde misket oynanıyordu.
Afacan, üçgende rakiplerini ütebilmek için, boş kalan bütün zamanlarını, evin her köşesinde;
battaniyenin, halının, koltuğun üzerinde kondik çakma çalışmasıyla geçirir olmuştu. Bütün bu heyecan,
sadece bir avuç gıcır misketin güneş ışığındaki sihirli parıltısına sahip olabilmek içindi. O yüzden
arabanın tamponundan paçayı kurtarır kurtarmaz, karşı bahçede bir an önce oyuna katılmak istedi.
Meraklı, onu hemen kaş-göz işaretleriyle yanına çağırıp ağacın altına çekti. Kalınlaşmaya yeni
başlamış cırtlak horoz gibi sesiyle:
“Oğlum annen hâlâ pencerede, sakın dönüp bakma, çağırmasın gerisin geriye. Yarın sizinkilerle
Eymir Gölü’ne pikniğe gidiyormuşuz, haberin var mı? Annem söyledi. Misketlerini getirmeyi sakın
unutma ha! Tamam mı?” dedi.
“Tamam,” dedi Afacan, büyüyen göz bebeklerinde yeni gıcırların hayalinin parıltısıyla. Meraklı’nın
birkaç amerikanı vardı; şöyle kondik çaktın mı geri tepen, onların sıcaklığını avucunda hissedip, cebine
indireceği anı hayal etti. Meraklı’nın kardeşi Sarı Kafa ise zaten çok acemiydi üçgende, onun misketleri
çantada keklik sayılırdı.

“Sen de bütün misketlerini getir o zaman. Sarı
Kafa da getirir di mi?” dedi. “Amerikanlarını da
unutma ama bak!” diye ekledi.
“Tamam, tamam meraklanma,” dedi Meraklı,
akordu bozuk sesiyle. ‘Bütün misketlerin benim
olacak nasılsa yakında,’ diye geçiriyordu içinden.
O günkü misket oyunu bitince, Afacan, ne
akşamüstü futbol maçına, ne de o geceki kukalıya
katıldı. Evde bütün akşam hiç durmadan kondik
çalıştı. Ertesi gün gıcırlarını riske atmamak için oyuna
ikişer ikişer süreceği kösteklerini daha yeni
görünsünler diye sabunla iyice yıkayıp bir güzel
kuruladı. Bunu yapmasa Meraklı’nın su koyacağını,
iki yerine dört köstek bir gıcır sayılır diyeceğini
biliyordu. Yıkadığı köstekleri pikniğe giderken
giyeceği pantolonunun sol cebine, gıcırları da sağ
cebine koyup, pantolonuyla gömleğini kapısının
arkasına astı. Bütün hazırlıkları tamamdı artık. Yatak
odasındaki lambayı söndürdü ve her akşam yaptığı
gibi pijamalı üç adım atlayışıyla uzaktan yatağına
atladı. Bu önleme, yatağın altına gizlenmiş canavara
ayağını kaptırmamak için başvuruyordu. Şimdi çok
mutluydu. Derin bir iç geçirdi ve ertesi gün piknikte
üteceği gıcır misketlerden ışığa tutup parıltısını
beğendiklerini sağ cebinde, kösteklerle
beğenmediklerini tekrar oyuna sürmek üzere sol
cebinde biriktireceğini hayal ederek tatlı bir uykuya
daldı.
*
*
*

Fakat hayat beklenmedik sürprizlerle doluydu. Piknikten dönüş yoluna koyulduklarında,
Afacan ağlamaktan yorulmuş, bitap düşmüş bir haldeydi. Kızarmış gözleriyle öylece oturuyor,
toprak yolda arabanın girdiği her çukurda acıdan inliyordu. Babası hastaneye tam gaz gitmek
isterken, çocuğun inlemelerini duydukça arabayı sarsmamak için yavaşlıyordu. Ağabeyi onun kırık
kolunu arasına koyduğu tahta parçalarıyla sarsmadan düzgün tutmaya çabalıyor, Meraklı ise
arada bir “Tamam abi, bir şey olmayacak meraklanma, daha önce de kırılmadı mı yahu!” gibi bir
şeyler mırıldanıyordu. Fakat o bu seferkinin farklı olduğunu, oradakilerin kolu ortadan kırılıp ters
tarafa döndüğü anki bakışlarından anlamış ve daha kolunda acıyı hissetmeden basmıştı
yaygarayı… “Anneee, sakat kaldım anneee!” feryadı bir anda annesinin yüreğine kurşun gibi
saplanmıştı. Hâlbuki piknik yerinde koşmamıştı bile. Oyun heyecanından önüne doğru dürüst
bakmadan yürürken, ayağı takılıp yere düşmüş, otların arasında saklı kalmış bir taş kolunun tam
ortasına çarpmış ve o müthiş kondikleri çakan sağ kolunun iki kemiği birden çat diye kırılıp kol orta
yerinden ters tarafa dönmüştü.
*
*
*
“Tommiks’i mi seviyorsun yoksa Rodi’yi mi?”
“İkisini de seviyorum. Okul kantininde Rodi çikletleri çıktı. Ona kendisini ne kadar sevdiğimi
göstermek için her gün alıyorum bir tane.”
“Yok yahu! Bak bizim zamanımızda yoktu bunlar. Çok şanslısınız siz valla. Peki, Konyakçı
mı iyi ata biniyor yoksa Doktor mu sence?”
“Konyakçı tabii ki, görmedin mi ata binmekten bacakları eğrilmiş.”
“Doğru bak bunu düşünmemiştim. Ata binmekten olmuş o öyle değil mi? Ama en iyi Tommiks
biniyor galiba. Söz gelimi Napolyon’un sağrısına gizlenip Kızılderilileri kandırıyor falan; onlar da
Napolyon başıboş gidiyor sanıyorlar. Sonra hem sağ eliyle, hem de sol eliyle çok iyi silah
kullanıyor. Aynı anda ikisini birden hızla çekip haydutların kurşunlarından korunmak için kendini
yere atarken, karşısındaki dört adamın silahlarını aynı anda vurarak ellerinden düşürebiliyor.
Amma kahraman ranger bu Yüzbaşı Tommiks yahu, di mi?”
“Tabii ki; ama Çelik Blek daha kuvvetli ondan, valla karşılaşsalar yener kavgada. Tommiks
onu ancak silahlı düelloda yenebilir.”

“Nerden biliyorsun Blek’in kavgada yenebileceğini? Tommiks’i görmüyor musun? Dev gibi
adamlarla bile başa çıkıyor yumruk yumruğa giriştiği kavgalarda.”
“Yok, yenemez imkân yok. Bizim tak-tuklarda da en kuvvetlisi sağ kroşeta çakan Çelik Blek,
ondan kuvvetlisi yok ki!”
“Tak-tuk da nesi?”
“Ha tabii, nerden bileceksiniz siz. Tak-tukları biz kendimiz yapıyoruz, Tommiks-Teksas
kapaklarından kesip. Sonra arkasına karton yapıştırıp kuvvetlendiriyoruz onları ve savaştırıyoruz
birbirleriyle. Oradan biliyorum Çelik Blek’in en kuvvetlisi olduğunu. Ağabeyim karar veriyor zaten.
Yalnız en kuvvetli tak-tukları hep kendi ordusuna alıyor, o zaman pek anlaşamıyoruz işte.”
“Haksızlık oluyormuş biraz; ama neyse olur böyle şeyler! Aslında ata en iyi binen de Ret Kit
bence. Öyle değil mi? İsterse Düldül’ün üstünde uyuyor, isterse sigarasını falan sarıyor giderken.

Çat!
“Neydi o?”
“Hiç önemli bir şey değil, biz sohbet
ederken iki taraftan hafifçe kolunu
çekiyoruz ya, işte demin kırılan birinci
kemik yerine oturdu. İkinciyi de oturtalım
ondan sonra alçıya alacağız.”
“İyileşecek di mi? Çok kötü kırıldı da; böyle
ters dönmüştü kolum.”
“Merak etme hiçbir şeyin kalmayacak,
biraz uzun sürebilir tam iyileşmesi ama
bazı avantajları da yok değil bu işin. Kırılan
sağ kolun olduğuna göre bu sene bütün
yazılılardan kurtuldun gittin bir kere.
Yılsonuna kadar keyif yaparsın artık okulda;
mahalledeki, sınıftaki kızlara alçının
üzerine imza attırtmak da cabası. Peki, en
iyi kılıç kullanan kim? Sen onu söyle
bakalım”
“Karaoğlan tabii ki, sonra da Baybora...”
*

*

*

Annesi bir saattir bütün bu konuşmaları acil müdahale odasının kapı ağzında
sessizce dinliyordu. Sonunda Afacan doktorların yanından alçılı koluyla çıktığında,
annesinin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Çocuk hemen koşup tek eliyle sarıldı ona
ve başını göğsüne gömdü okşansın diye. Annesinin sıcaklığı çabucak içini ısıtmış,
kokusu rahatlatmıştı onu. Başını kaldırdı; gülümseyerek baktı:
“Merak etme anne, iyileşecekmiş” dedi.
“Kara kaşlım, kara gözlüm benim, tabii iyileşecek.”
Çocuğun başını, yanaklarını öpüp kokluyordu. Sonra onu kanatlarının altına
aldı ve dışarıda bekleyenlerin yanına doğru yürümeye başladılar birlikte…

Afacan o akşamüstü birkaç saat içinde Hacettepe Hastanesi’ndeki o iki
hoş sohbet doktorun tedavi ve terapisinden geçip annesinin koynunda eve
geldiğinde hiçbir sağlık endişesi kalmamıştı. Odasına gitti, pantolonunu çıkarıp
sağlam eliyle iki cebindeki misketlerin hepsini yatağın üzerine boşalttı. Köstekleri
gıcırları ayırıp tek tek saydı. İyi ütmüştü Meraklı’yla Sarı Kafa’yı. Kolu kırılmasa
Meraklı’nın sona sakladığı iki amerikanını da ütecekti ama ona sıra gelememişti.
Bir amerikanını alabilmişti sadece. Onu tavandaki lambanın ışığına tutup
parıltılarını seyretti uzun uzun. Sonra bütün misketlerini başucu komedininin
içindeki kutuya koyarken en sevdiği beş misketini yatağın üzerinde yan yana dizdi
ve yeni üttüğü amerikanıyla sol elle kondik çalışmaya başladı. Küçük boy amerikan
süper geri tepiyordu. Sol elini iyice geliştirirse bu misketle bütün mahalleyi
ütebilirdi.
Öykücü
(İstanbul, 1 Mayıs 2011)

Öykü : Can Özoğuz

Müzik: La Mamma, Charles Aznavour

Misket fotoğrafları: Can Özgün

Tablo fotoğrafı: Can Özoğuz

www.oykucu.net


Slide 3

İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR
Öykücü CAN ÖZOĞUZ

Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına…

Üç kornerin bir penaltı, iki kösteğin bir gıcır ettiği zamanlardı. Afacan, evin kapısından usulca içeri
süzüldü. Okul çantasını girişteki portmantonun üzerine sessizce bıraktı. Bir an için, duvardaki “Küçük
Çoban” tablosunun güzelliğine baka kaldı. Gülümsedi. Sonra çıt çıkartmadan, parmak uçlarında,
pürtelâş odasına koştu. Göz açıp kapayıncaya kadar gömleği, ceketi, kravatı, pantolonu, ayakkabıları,
odanın sağına soluna saçılmıştı. Koridordan yine parmaklarının ucunda, sessizce kapıya yöneldi.
Annesine yakalanmaması gerekiyordu. Aceleyle üzerine geçirdiği pamuklu eşofmanı ve ayağında beyaz
lastik ayakkabılarıyla, kapıyı çarpıp ikinci kat merdivenlerinden uçarak aşağıya inerken, cebinde
misketleri şakırdıyordu.

O hızla sağına soluna bakmadan caddeye fırladı. Bir anda kulağının dibinde, keskin bir fren sesi
duymasıyla, yolun karşı tarafında park etmiş arabayı göğüslemesi bir oldu. Derin bir nefes aldı;
arkasına döndü. Freni kökleyip kıl payı durabilmiş, eli ayağı titreyen, kızgın bir taksi şoförü, arabasının
camından avaz avaz ona bağırıyordu. Pek aldırış etmedi. Başını kaldırıp karşıya baktı. Koşarak çıktığı
apartmanın bütün pencerelerini endişeli yüzler doldurmuştu. İçlerinde en perişan görüneni, çarpılan
sokak kapısı sesinin hemen ardından, o acı fren sesini duyup can havliyle pencereye koşan annesiydi.
Afacan, boynu yana bükük, kaşları yukarı kalkık, dudakları ince bir çizgi olmuş masum pozu ve
yüzünde “Bir şey olmadı, merak etme anne!” ifadesiyle, ikinci kat penceresine kaçamak bir bakış
fırlattı. Sonra hemen arkasını dönüp karşı bahçede misket oynayan çocukların arasına karıştı.
O günlerde misket artık futboldan önemli olmaya başlamıştı. Her akşamüstü sokakta mahallenin
elebaşlarının “aldım verdim ben seni yendim adımlamasıyla” kurdukları takımlar arasında kıran kırana
futbol maçları yapılıyor, geceleri bir ıslıkla evden kaçılıp kukalı saklambaca çıkılıyor, ama hepsinden
önce her okul dönüşü karşı evin bahçesinin toprak zemininde misket oynanıyordu.
Afacan, üçgende rakiplerini ütebilmek için, boş kalan bütün zamanlarını, evin her köşesinde;
battaniyenin, halının, koltuğun üzerinde kondik çakma çalışmasıyla geçirir olmuştu. Bütün bu heyecan,
sadece bir avuç gıcır misketin güneş ışığındaki sihirli parıltısına sahip olabilmek içindi. O yüzden
arabanın tamponundan paçayı kurtarır kurtarmaz, karşı bahçede bir an önce oyuna katılmak istedi.
Meraklı, onu hemen kaş-göz işaretleriyle yanına çağırıp ağacın altına çekti. Kalınlaşmaya yeni
başlamış cırtlak horoz gibi sesiyle:
“Oğlum annen hâlâ pencerede, sakın dönüp bakma, çağırmasın gerisin geriye. Yarın sizinkilerle
Eymir Gölü’ne pikniğe gidiyormuşuz, haberin var mı? Annem söyledi. Misketlerini getirmeyi sakın
unutma ha! Tamam mı?” dedi.
“Tamam,” dedi Afacan, büyüyen göz bebeklerinde yeni gıcırların hayalinin parıltısıyla. Meraklı’nın
birkaç amerikanı vardı; şöyle kondik çaktın mı geri tepen, onların sıcaklığını avucunda hissedip, cebine
indireceği anı hayal etti. Meraklı’nın kardeşi Sarı Kafa ise zaten çok acemiydi üçgende, onun misketleri
çantada keklik sayılırdı.

“Sen de bütün misketlerini getir o zaman. Sarı
Kafa da getirir di mi?” dedi. “Amerikanlarını da
unutma ama bak!” diye ekledi.
“Tamam, tamam meraklanma,” dedi Meraklı,
akordu bozuk sesiyle. ‘Bütün misketlerin benim
olacak nasılsa yakında,’ diye geçiriyordu içinden.
O günkü misket oyunu bitince, Afacan, ne
akşamüstü futbol maçına, ne de o geceki kukalıya
katıldı. Evde bütün akşam hiç durmadan kondik
çalıştı. Ertesi gün gıcırlarını riske atmamak için oyuna
ikişer ikişer süreceği kösteklerini daha yeni
görünsünler diye sabunla iyice yıkayıp bir güzel
kuruladı. Bunu yapmasa Meraklı’nın su koyacağını,
iki yerine dört köstek bir gıcır sayılır diyeceğini
biliyordu. Yıkadığı köstekleri pikniğe giderken
giyeceği pantolonunun sol cebine, gıcırları da sağ
cebine koyup, pantolonuyla gömleğini kapısının
arkasına astı. Bütün hazırlıkları tamamdı artık. Yatak
odasındaki lambayı söndürdü ve her akşam yaptığı
gibi pijamalı üç adım atlayışıyla uzaktan yatağına
atladı. Bu önleme, yatağın altına gizlenmiş canavara
ayağını kaptırmamak için başvuruyordu. Şimdi çok
mutluydu. Derin bir iç geçirdi ve ertesi gün piknikte
üteceği gıcır misketlerden ışığa tutup parıltısını
beğendiklerini sağ cebinde, kösteklerle
beğenmediklerini tekrar oyuna sürmek üzere sol
cebinde biriktireceğini hayal ederek tatlı bir uykuya
daldı.
*
*
*

Fakat hayat beklenmedik sürprizlerle doluydu. Piknikten dönüş yoluna koyulduklarında,
Afacan ağlamaktan yorulmuş, bitap düşmüş bir haldeydi. Kızarmış gözleriyle öylece oturuyor,
toprak yolda arabanın girdiği her çukurda acıdan inliyordu. Babası hastaneye tam gaz gitmek
isterken, çocuğun inlemelerini duydukça arabayı sarsmamak için yavaşlıyordu. Ağabeyi onun kırık
kolunu arasına koyduğu tahta parçalarıyla sarsmadan düzgün tutmaya çabalıyor, Meraklı ise
arada bir “Tamam abi, bir şey olmayacak meraklanma, daha önce de kırılmadı mı yahu!” gibi bir
şeyler mırıldanıyordu. Fakat o bu seferkinin farklı olduğunu, oradakilerin kolu ortadan kırılıp ters
tarafa döndüğü anki bakışlarından anlamış ve daha kolunda acıyı hissetmeden basmıştı
yaygarayı… “Anneee, sakat kaldım anneee!” feryadı bir anda annesinin yüreğine kurşun gibi
saplanmıştı. Hâlbuki piknik yerinde koşmamıştı bile. Oyun heyecanından önüne doğru dürüst
bakmadan yürürken, ayağı takılıp yere düşmüş, otların arasında saklı kalmış bir taş kolunun tam
ortasına çarpmış ve o müthiş kondikleri çakan sağ kolunun iki kemiği birden çat diye kırılıp kol orta
yerinden ters tarafa dönmüştü.
*
*
*
“Tommiks’i mi seviyorsun yoksa Rodi’yi mi?”
“İkisini de seviyorum. Okul kantininde Rodi çikletleri çıktı. Ona kendisini ne kadar sevdiğimi
göstermek için her gün alıyorum bir tane.”
“Yok yahu! Bak bizim zamanımızda yoktu bunlar. Çok şanslısınız siz valla. Peki, Konyakçı
mı iyi ata biniyor yoksa Doktor mu sence?”
“Konyakçı tabii ki, görmedin mi ata binmekten bacakları eğrilmiş.”
“Doğru bak bunu düşünmemiştim. Ata binmekten olmuş o öyle değil mi? Ama en iyi Tommiks
biniyor galiba. Söz gelimi Napolyon’un sağrısına gizlenip Kızılderilileri kandırıyor falan; onlar da
Napolyon başıboş gidiyor sanıyorlar. Sonra hem sağ eliyle, hem de sol eliyle çok iyi silah
kullanıyor. Aynı anda ikisini birden hızla çekip haydutların kurşunlarından korunmak için kendini
yere atarken, karşısındaki dört adamın silahlarını aynı anda vurarak ellerinden düşürebiliyor.
Amma kahraman ranger bu Yüzbaşı Tommiks yahu, di mi?”
“Tabii ki; ama Çelik Blek daha kuvvetli ondan, valla karşılaşsalar yener kavgada. Tommiks
onu ancak silahlı düelloda yenebilir.”

“Nerden biliyorsun Blek’in kavgada yenebileceğini? Tommiks’i görmüyor musun? Dev gibi
adamlarla bile başa çıkıyor yumruk yumruğa giriştiği kavgalarda.”
“Yok, yenemez imkân yok. Bizim tak-tuklarda da en kuvvetlisi sağ kroşeta çakan Çelik Blek,
ondan kuvvetlisi yok ki!”
“Tak-tuk da nesi?”
“Ha tabii, nerden bileceksiniz siz. Tak-tukları biz kendimiz yapıyoruz, Tommiks-Teksas
kapaklarından kesip. Sonra arkasına karton yapıştırıp kuvvetlendiriyoruz onları ve savaştırıyoruz
birbirleriyle. Oradan biliyorum Çelik Blek’in en kuvvetlisi olduğunu. Ağabeyim karar veriyor zaten.
Yalnız en kuvvetli tak-tukları hep kendi ordusuna alıyor, o zaman pek anlaşamıyoruz işte.”
“Haksızlık oluyormuş biraz; ama neyse olur böyle şeyler! Aslında ata en iyi binen de Ret Kit
bence. Öyle değil mi? İsterse Düldül’ün üstünde uyuyor, isterse sigarasını falan sarıyor giderken.

Çat!
“Neydi o?”
“Hiç önemli bir şey değil, biz sohbet
ederken iki taraftan hafifçe kolunu
çekiyoruz ya, işte demin kırılan birinci
kemik yerine oturdu. İkinciyi de oturtalım
ondan sonra alçıya alacağız.”
“İyileşecek di mi? Çok kötü kırıldı da; böyle
ters dönmüştü kolum.”
“Merak etme hiçbir şeyin kalmayacak,
biraz uzun sürebilir tam iyileşmesi ama
bazı avantajları da yok değil bu işin. Kırılan
sağ kolun olduğuna göre bu sene bütün
yazılılardan kurtuldun gittin bir kere.
Yılsonuna kadar keyif yaparsın artık okulda;
mahalledeki, sınıftaki kızlara alçının
üzerine imza attırtmak da cabası. Peki, en
iyi kılıç kullanan kim? Sen onu söyle
bakalım”
“Karaoğlan tabii ki, sonra da Baybora...”
*

*

*

Annesi bir saattir bütün bu konuşmaları acil müdahale odasının kapı ağzında
sessizce dinliyordu. Sonunda Afacan doktorların yanından alçılı koluyla çıktığında,
annesinin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Çocuk hemen koşup tek eliyle sarıldı ona
ve başını göğsüne gömdü okşansın diye. Annesinin sıcaklığı çabucak içini ısıtmış,
kokusu rahatlatmıştı onu. Başını kaldırdı; gülümseyerek baktı:
“Merak etme anne, iyileşecekmiş” dedi.
“Kara kaşlım, kara gözlüm benim, tabii iyileşecek.”
Çocuğun başını, yanaklarını öpüp kokluyordu. Sonra onu kanatlarının altına
aldı ve dışarıda bekleyenlerin yanına doğru yürümeye başladılar birlikte…

Afacan o akşamüstü birkaç saat içinde Hacettepe Hastanesi’ndeki o iki
hoş sohbet doktorun tedavi ve terapisinden geçip annesinin koynunda eve
geldiğinde hiçbir sağlık endişesi kalmamıştı. Odasına gitti, pantolonunu çıkarıp
sağlam eliyle iki cebindeki misketlerin hepsini yatağın üzerine boşalttı. Köstekleri
gıcırları ayırıp tek tek saydı. İyi ütmüştü Meraklı’yla Sarı Kafa’yı. Kolu kırılmasa
Meraklı’nın sona sakladığı iki amerikanını da ütecekti ama ona sıra gelememişti.
Bir amerikanını alabilmişti sadece. Onu tavandaki lambanın ışığına tutup
parıltılarını seyretti uzun uzun. Sonra bütün misketlerini başucu komedininin
içindeki kutuya koyarken en sevdiği beş misketini yatağın üzerinde yan yana dizdi
ve yeni üttüğü amerikanıyla sol elle kondik çalışmaya başladı. Küçük boy amerikan
süper geri tepiyordu. Sol elini iyice geliştirirse bu misketle bütün mahalleyi
ütebilirdi.
Öykücü
(İstanbul, 1 Mayıs 2011)

Öykü : Can Özoğuz

Müzik: La Mamma, Charles Aznavour

Misket fotoğrafları: Can Özgün

Tablo fotoğrafı: Can Özoğuz

www.oykucu.net


Slide 4

İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR
Öykücü CAN ÖZOĞUZ

Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına…

Üç kornerin bir penaltı, iki kösteğin bir gıcır ettiği zamanlardı. Afacan, evin kapısından usulca içeri
süzüldü. Okul çantasını girişteki portmantonun üzerine sessizce bıraktı. Bir an için, duvardaki “Küçük
Çoban” tablosunun güzelliğine baka kaldı. Gülümsedi. Sonra çıt çıkartmadan, parmak uçlarında,
pürtelâş odasına koştu. Göz açıp kapayıncaya kadar gömleği, ceketi, kravatı, pantolonu, ayakkabıları,
odanın sağına soluna saçılmıştı. Koridordan yine parmaklarının ucunda, sessizce kapıya yöneldi.
Annesine yakalanmaması gerekiyordu. Aceleyle üzerine geçirdiği pamuklu eşofmanı ve ayağında beyaz
lastik ayakkabılarıyla, kapıyı çarpıp ikinci kat merdivenlerinden uçarak aşağıya inerken, cebinde
misketleri şakırdıyordu.

O hızla sağına soluna bakmadan caddeye fırladı. Bir anda kulağının dibinde, keskin bir fren sesi
duymasıyla, yolun karşı tarafında park etmiş arabayı göğüslemesi bir oldu. Derin bir nefes aldı;
arkasına döndü. Freni kökleyip kıl payı durabilmiş, eli ayağı titreyen, kızgın bir taksi şoförü, arabasının
camından avaz avaz ona bağırıyordu. Pek aldırış etmedi. Başını kaldırıp karşıya baktı. Koşarak çıktığı
apartmanın bütün pencerelerini endişeli yüzler doldurmuştu. İçlerinde en perişan görüneni, çarpılan
sokak kapısı sesinin hemen ardından, o acı fren sesini duyup can havliyle pencereye koşan annesiydi.
Afacan, boynu yana bükük, kaşları yukarı kalkık, dudakları ince bir çizgi olmuş masum pozu ve
yüzünde “Bir şey olmadı, merak etme anne!” ifadesiyle, ikinci kat penceresine kaçamak bir bakış
fırlattı. Sonra hemen arkasını dönüp karşı bahçede misket oynayan çocukların arasına karıştı.
O günlerde misket artık futboldan önemli olmaya başlamıştı. Her akşamüstü sokakta mahallenin
elebaşlarının “aldım verdim ben seni yendim adımlamasıyla” kurdukları takımlar arasında kıran kırana
futbol maçları yapılıyor, geceleri bir ıslıkla evden kaçılıp kukalı saklambaca çıkılıyor, ama hepsinden
önce her okul dönüşü karşı evin bahçesinin toprak zemininde misket oynanıyordu.
Afacan, üçgende rakiplerini ütebilmek için, boş kalan bütün zamanlarını, evin her köşesinde;
battaniyenin, halının, koltuğun üzerinde kondik çakma çalışmasıyla geçirir olmuştu. Bütün bu heyecan,
sadece bir avuç gıcır misketin güneş ışığındaki sihirli parıltısına sahip olabilmek içindi. O yüzden
arabanın tamponundan paçayı kurtarır kurtarmaz, karşı bahçede bir an önce oyuna katılmak istedi.
Meraklı, onu hemen kaş-göz işaretleriyle yanına çağırıp ağacın altına çekti. Kalınlaşmaya yeni
başlamış cırtlak horoz gibi sesiyle:
“Oğlum annen hâlâ pencerede, sakın dönüp bakma, çağırmasın gerisin geriye. Yarın sizinkilerle
Eymir Gölü’ne pikniğe gidiyormuşuz, haberin var mı? Annem söyledi. Misketlerini getirmeyi sakın
unutma ha! Tamam mı?” dedi.
“Tamam,” dedi Afacan, büyüyen göz bebeklerinde yeni gıcırların hayalinin parıltısıyla. Meraklı’nın
birkaç amerikanı vardı; şöyle kondik çaktın mı geri tepen, onların sıcaklığını avucunda hissedip, cebine
indireceği anı hayal etti. Meraklı’nın kardeşi Sarı Kafa ise zaten çok acemiydi üçgende, onun misketleri
çantada keklik sayılırdı.

“Sen de bütün misketlerini getir o zaman. Sarı
Kafa da getirir di mi?” dedi. “Amerikanlarını da
unutma ama bak!” diye ekledi.
“Tamam, tamam meraklanma,” dedi Meraklı,
akordu bozuk sesiyle. ‘Bütün misketlerin benim
olacak nasılsa yakında,’ diye geçiriyordu içinden.
O günkü misket oyunu bitince, Afacan, ne
akşamüstü futbol maçına, ne de o geceki kukalıya
katıldı. Evde bütün akşam hiç durmadan kondik
çalıştı. Ertesi gün gıcırlarını riske atmamak için oyuna
ikişer ikişer süreceği kösteklerini daha yeni
görünsünler diye sabunla iyice yıkayıp bir güzel
kuruladı. Bunu yapmasa Meraklı’nın su koyacağını,
iki yerine dört köstek bir gıcır sayılır diyeceğini
biliyordu. Yıkadığı köstekleri pikniğe giderken
giyeceği pantolonunun sol cebine, gıcırları da sağ
cebine koyup, pantolonuyla gömleğini kapısının
arkasına astı. Bütün hazırlıkları tamamdı artık. Yatak
odasındaki lambayı söndürdü ve her akşam yaptığı
gibi pijamalı üç adım atlayışıyla uzaktan yatağına
atladı. Bu önleme, yatağın altına gizlenmiş canavara
ayağını kaptırmamak için başvuruyordu. Şimdi çok
mutluydu. Derin bir iç geçirdi ve ertesi gün piknikte
üteceği gıcır misketlerden ışığa tutup parıltısını
beğendiklerini sağ cebinde, kösteklerle
beğenmediklerini tekrar oyuna sürmek üzere sol
cebinde biriktireceğini hayal ederek tatlı bir uykuya
daldı.
*
*
*

Fakat hayat beklenmedik sürprizlerle doluydu. Piknikten dönüş yoluna koyulduklarında,
Afacan ağlamaktan yorulmuş, bitap düşmüş bir haldeydi. Kızarmış gözleriyle öylece oturuyor,
toprak yolda arabanın girdiği her çukurda acıdan inliyordu. Babası hastaneye tam gaz gitmek
isterken, çocuğun inlemelerini duydukça arabayı sarsmamak için yavaşlıyordu. Ağabeyi onun kırık
kolunu arasına koyduğu tahta parçalarıyla sarsmadan düzgün tutmaya çabalıyor, Meraklı ise
arada bir “Tamam abi, bir şey olmayacak meraklanma, daha önce de kırılmadı mı yahu!” gibi bir
şeyler mırıldanıyordu. Fakat o bu seferkinin farklı olduğunu, oradakilerin kolu ortadan kırılıp ters
tarafa döndüğü anki bakışlarından anlamış ve daha kolunda acıyı hissetmeden basmıştı
yaygarayı… “Anneee, sakat kaldım anneee!” feryadı bir anda annesinin yüreğine kurşun gibi
saplanmıştı. Hâlbuki piknik yerinde koşmamıştı bile. Oyun heyecanından önüne doğru dürüst
bakmadan yürürken, ayağı takılıp yere düşmüş, otların arasında saklı kalmış bir taş kolunun tam
ortasına çarpmış ve o müthiş kondikleri çakan sağ kolunun iki kemiği birden çat diye kırılıp kol orta
yerinden ters tarafa dönmüştü.
*
*
*
“Tommiks’i mi seviyorsun yoksa Rodi’yi mi?”
“İkisini de seviyorum. Okul kantininde Rodi çikletleri çıktı. Ona kendisini ne kadar sevdiğimi
göstermek için her gün alıyorum bir tane.”
“Yok yahu! Bak bizim zamanımızda yoktu bunlar. Çok şanslısınız siz valla. Peki, Konyakçı
mı iyi ata biniyor yoksa Doktor mu sence?”
“Konyakçı tabii ki, görmedin mi ata binmekten bacakları eğrilmiş.”
“Doğru bak bunu düşünmemiştim. Ata binmekten olmuş o öyle değil mi? Ama en iyi Tommiks
biniyor galiba. Söz gelimi Napolyon’un sağrısına gizlenip Kızılderilileri kandırıyor falan; onlar da
Napolyon başıboş gidiyor sanıyorlar. Sonra hem sağ eliyle, hem de sol eliyle çok iyi silah
kullanıyor. Aynı anda ikisini birden hızla çekip haydutların kurşunlarından korunmak için kendini
yere atarken, karşısındaki dört adamın silahlarını aynı anda vurarak ellerinden düşürebiliyor.
Amma kahraman ranger bu Yüzbaşı Tommiks yahu, di mi?”
“Tabii ki; ama Çelik Blek daha kuvvetli ondan, valla karşılaşsalar yener kavgada. Tommiks
onu ancak silahlı düelloda yenebilir.”

“Nerden biliyorsun Blek’in kavgada yenebileceğini? Tommiks’i görmüyor musun? Dev gibi
adamlarla bile başa çıkıyor yumruk yumruğa giriştiği kavgalarda.”
“Yok, yenemez imkân yok. Bizim tak-tuklarda da en kuvvetlisi sağ kroşeta çakan Çelik Blek,
ondan kuvvetlisi yok ki!”
“Tak-tuk da nesi?”
“Ha tabii, nerden bileceksiniz siz. Tak-tukları biz kendimiz yapıyoruz, Tommiks-Teksas
kapaklarından kesip. Sonra arkasına karton yapıştırıp kuvvetlendiriyoruz onları ve savaştırıyoruz
birbirleriyle. Oradan biliyorum Çelik Blek’in en kuvvetlisi olduğunu. Ağabeyim karar veriyor zaten.
Yalnız en kuvvetli tak-tukları hep kendi ordusuna alıyor, o zaman pek anlaşamıyoruz işte.”
“Haksızlık oluyormuş biraz; ama neyse olur böyle şeyler! Aslında ata en iyi binen de Ret Kit
bence. Öyle değil mi? İsterse Düldül’ün üstünde uyuyor, isterse sigarasını falan sarıyor giderken.

Çat!
“Neydi o?”
“Hiç önemli bir şey değil, biz sohbet
ederken iki taraftan hafifçe kolunu
çekiyoruz ya, işte demin kırılan birinci
kemik yerine oturdu. İkinciyi de oturtalım
ondan sonra alçıya alacağız.”
“İyileşecek di mi? Çok kötü kırıldı da; böyle
ters dönmüştü kolum.”
“Merak etme hiçbir şeyin kalmayacak,
biraz uzun sürebilir tam iyileşmesi ama
bazı avantajları da yok değil bu işin. Kırılan
sağ kolun olduğuna göre bu sene bütün
yazılılardan kurtuldun gittin bir kere.
Yılsonuna kadar keyif yaparsın artık okulda;
mahalledeki, sınıftaki kızlara alçının
üzerine imza attırtmak da cabası. Peki, en
iyi kılıç kullanan kim? Sen onu söyle
bakalım”
“Karaoğlan tabii ki, sonra da Baybora...”
*

*

*

Annesi bir saattir bütün bu konuşmaları acil müdahale odasının kapı ağzında
sessizce dinliyordu. Sonunda Afacan doktorların yanından alçılı koluyla çıktığında,
annesinin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Çocuk hemen koşup tek eliyle sarıldı ona
ve başını göğsüne gömdü okşansın diye. Annesinin sıcaklığı çabucak içini ısıtmış,
kokusu rahatlatmıştı onu. Başını kaldırdı; gülümseyerek baktı:
“Merak etme anne, iyileşecekmiş” dedi.
“Kara kaşlım, kara gözlüm benim, tabii iyileşecek.”
Çocuğun başını, yanaklarını öpüp kokluyordu. Sonra onu kanatlarının altına
aldı ve dışarıda bekleyenlerin yanına doğru yürümeye başladılar birlikte…

Afacan o akşamüstü birkaç saat içinde Hacettepe Hastanesi’ndeki o iki
hoş sohbet doktorun tedavi ve terapisinden geçip annesinin koynunda eve
geldiğinde hiçbir sağlık endişesi kalmamıştı. Odasına gitti, pantolonunu çıkarıp
sağlam eliyle iki cebindeki misketlerin hepsini yatağın üzerine boşalttı. Köstekleri
gıcırları ayırıp tek tek saydı. İyi ütmüştü Meraklı’yla Sarı Kafa’yı. Kolu kırılmasa
Meraklı’nın sona sakladığı iki amerikanını da ütecekti ama ona sıra gelememişti.
Bir amerikanını alabilmişti sadece. Onu tavandaki lambanın ışığına tutup
parıltılarını seyretti uzun uzun. Sonra bütün misketlerini başucu komedininin
içindeki kutuya koyarken en sevdiği beş misketini yatağın üzerinde yan yana dizdi
ve yeni üttüğü amerikanıyla sol elle kondik çalışmaya başladı. Küçük boy amerikan
süper geri tepiyordu. Sol elini iyice geliştirirse bu misketle bütün mahalleyi
ütebilirdi.
Öykücü
(İstanbul, 1 Mayıs 2011)

Öykü : Can Özoğuz

Müzik: La Mamma, Charles Aznavour

Misket fotoğrafları: Can Özgün

Tablo fotoğrafı: Can Özoğuz

www.oykucu.net


Slide 5

İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR
Öykücü CAN ÖZOĞUZ

Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına…

Üç kornerin bir penaltı, iki kösteğin bir gıcır ettiği zamanlardı. Afacan, evin kapısından usulca içeri
süzüldü. Okul çantasını girişteki portmantonun üzerine sessizce bıraktı. Bir an için, duvardaki “Küçük
Çoban” tablosunun güzelliğine baka kaldı. Gülümsedi. Sonra çıt çıkartmadan, parmak uçlarında,
pürtelâş odasına koştu. Göz açıp kapayıncaya kadar gömleği, ceketi, kravatı, pantolonu, ayakkabıları,
odanın sağına soluna saçılmıştı. Koridordan yine parmaklarının ucunda, sessizce kapıya yöneldi.
Annesine yakalanmaması gerekiyordu. Aceleyle üzerine geçirdiği pamuklu eşofmanı ve ayağında beyaz
lastik ayakkabılarıyla, kapıyı çarpıp ikinci kat merdivenlerinden uçarak aşağıya inerken, cebinde
misketleri şakırdıyordu.

O hızla sağına soluna bakmadan caddeye fırladı. Bir anda kulağının dibinde, keskin bir fren sesi
duymasıyla, yolun karşı tarafında park etmiş arabayı göğüslemesi bir oldu. Derin bir nefes aldı;
arkasına döndü. Freni kökleyip kıl payı durabilmiş, eli ayağı titreyen, kızgın bir taksi şoförü, arabasının
camından avaz avaz ona bağırıyordu. Pek aldırış etmedi. Başını kaldırıp karşıya baktı. Koşarak çıktığı
apartmanın bütün pencerelerini endişeli yüzler doldurmuştu. İçlerinde en perişan görüneni, çarpılan
sokak kapısı sesinin hemen ardından, o acı fren sesini duyup can havliyle pencereye koşan annesiydi.
Afacan, boynu yana bükük, kaşları yukarı kalkık, dudakları ince bir çizgi olmuş masum pozu ve
yüzünde “Bir şey olmadı, merak etme anne!” ifadesiyle, ikinci kat penceresine kaçamak bir bakış
fırlattı. Sonra hemen arkasını dönüp karşı bahçede misket oynayan çocukların arasına karıştı.
O günlerde misket artık futboldan önemli olmaya başlamıştı. Her akşamüstü sokakta mahallenin
elebaşlarının “aldım verdim ben seni yendim adımlamasıyla” kurdukları takımlar arasında kıran kırana
futbol maçları yapılıyor, geceleri bir ıslıkla evden kaçılıp kukalı saklambaca çıkılıyor, ama hepsinden
önce her okul dönüşü karşı evin bahçesinin toprak zemininde misket oynanıyordu.
Afacan, üçgende rakiplerini ütebilmek için, boş kalan bütün zamanlarını, evin her köşesinde;
battaniyenin, halının, koltuğun üzerinde kondik çakma çalışmasıyla geçirir olmuştu. Bütün bu heyecan,
sadece bir avuç gıcır misketin güneş ışığındaki sihirli parıltısına sahip olabilmek içindi. O yüzden
arabanın tamponundan paçayı kurtarır kurtarmaz, karşı bahçede bir an önce oyuna katılmak istedi.
Meraklı, onu hemen kaş-göz işaretleriyle yanına çağırıp ağacın altına çekti. Kalınlaşmaya yeni
başlamış cırtlak horoz gibi sesiyle:
“Oğlum annen hâlâ pencerede, sakın dönüp bakma, çağırmasın gerisin geriye. Yarın sizinkilerle
Eymir Gölü’ne pikniğe gidiyormuşuz, haberin var mı? Annem söyledi. Misketlerini getirmeyi sakın
unutma ha! Tamam mı?” dedi.
“Tamam,” dedi Afacan, büyüyen göz bebeklerinde yeni gıcırların hayalinin parıltısıyla. Meraklı’nın
birkaç amerikanı vardı; şöyle kondik çaktın mı geri tepen, onların sıcaklığını avucunda hissedip, cebine
indireceği anı hayal etti. Meraklı’nın kardeşi Sarı Kafa ise zaten çok acemiydi üçgende, onun misketleri
çantada keklik sayılırdı.

“Sen de bütün misketlerini getir o zaman. Sarı
Kafa da getirir di mi?” dedi. “Amerikanlarını da
unutma ama bak!” diye ekledi.
“Tamam, tamam meraklanma,” dedi Meraklı,
akordu bozuk sesiyle. ‘Bütün misketlerin benim
olacak nasılsa yakında,’ diye geçiriyordu içinden.
O günkü misket oyunu bitince, Afacan, ne
akşamüstü futbol maçına, ne de o geceki kukalıya
katıldı. Evde bütün akşam hiç durmadan kondik
çalıştı. Ertesi gün gıcırlarını riske atmamak için oyuna
ikişer ikişer süreceği kösteklerini daha yeni
görünsünler diye sabunla iyice yıkayıp bir güzel
kuruladı. Bunu yapmasa Meraklı’nın su koyacağını,
iki yerine dört köstek bir gıcır sayılır diyeceğini
biliyordu. Yıkadığı köstekleri pikniğe giderken
giyeceği pantolonunun sol cebine, gıcırları da sağ
cebine koyup, pantolonuyla gömleğini kapısının
arkasına astı. Bütün hazırlıkları tamamdı artık. Yatak
odasındaki lambayı söndürdü ve her akşam yaptığı
gibi pijamalı üç adım atlayışıyla uzaktan yatağına
atladı. Bu önleme, yatağın altına gizlenmiş canavara
ayağını kaptırmamak için başvuruyordu. Şimdi çok
mutluydu. Derin bir iç geçirdi ve ertesi gün piknikte
üteceği gıcır misketlerden ışığa tutup parıltısını
beğendiklerini sağ cebinde, kösteklerle
beğenmediklerini tekrar oyuna sürmek üzere sol
cebinde biriktireceğini hayal ederek tatlı bir uykuya
daldı.
*
*
*

Fakat hayat beklenmedik sürprizlerle doluydu. Piknikten dönüş yoluna koyulduklarında,
Afacan ağlamaktan yorulmuş, bitap düşmüş bir haldeydi. Kızarmış gözleriyle öylece oturuyor,
toprak yolda arabanın girdiği her çukurda acıdan inliyordu. Babası hastaneye tam gaz gitmek
isterken, çocuğun inlemelerini duydukça arabayı sarsmamak için yavaşlıyordu. Ağabeyi onun kırık
kolunu arasına koyduğu tahta parçalarıyla sarsmadan düzgün tutmaya çabalıyor, Meraklı ise
arada bir “Tamam abi, bir şey olmayacak meraklanma, daha önce de kırılmadı mı yahu!” gibi bir
şeyler mırıldanıyordu. Fakat o bu seferkinin farklı olduğunu, oradakilerin kolu ortadan kırılıp ters
tarafa döndüğü anki bakışlarından anlamış ve daha kolunda acıyı hissetmeden basmıştı
yaygarayı… “Anneee, sakat kaldım anneee!” feryadı bir anda annesinin yüreğine kurşun gibi
saplanmıştı. Hâlbuki piknik yerinde koşmamıştı bile. Oyun heyecanından önüne doğru dürüst
bakmadan yürürken, ayağı takılıp yere düşmüş, otların arasında saklı kalmış bir taş kolunun tam
ortasına çarpmış ve o müthiş kondikleri çakan sağ kolunun iki kemiği birden çat diye kırılıp kol orta
yerinden ters tarafa dönmüştü.
*
*
*
“Tommiks’i mi seviyorsun yoksa Rodi’yi mi?”
“İkisini de seviyorum. Okul kantininde Rodi çikletleri çıktı. Ona kendisini ne kadar sevdiğimi
göstermek için her gün alıyorum bir tane.”
“Yok yahu! Bak bizim zamanımızda yoktu bunlar. Çok şanslısınız siz valla. Peki, Konyakçı
mı iyi ata biniyor yoksa Doktor mu sence?”
“Konyakçı tabii ki, görmedin mi ata binmekten bacakları eğrilmiş.”
“Doğru bak bunu düşünmemiştim. Ata binmekten olmuş o öyle değil mi? Ama en iyi Tommiks
biniyor galiba. Söz gelimi Napolyon’un sağrısına gizlenip Kızılderilileri kandırıyor falan; onlar da
Napolyon başıboş gidiyor sanıyorlar. Sonra hem sağ eliyle, hem de sol eliyle çok iyi silah
kullanıyor. Aynı anda ikisini birden hızla çekip haydutların kurşunlarından korunmak için kendini
yere atarken, karşısındaki dört adamın silahlarını aynı anda vurarak ellerinden düşürebiliyor.
Amma kahraman ranger bu Yüzbaşı Tommiks yahu, di mi?”
“Tabii ki; ama Çelik Blek daha kuvvetli ondan, valla karşılaşsalar yener kavgada. Tommiks
onu ancak silahlı düelloda yenebilir.”

“Nerden biliyorsun Blek’in kavgada yenebileceğini? Tommiks’i görmüyor musun? Dev gibi
adamlarla bile başa çıkıyor yumruk yumruğa giriştiği kavgalarda.”
“Yok, yenemez imkân yok. Bizim tak-tuklarda da en kuvvetlisi sağ kroşeta çakan Çelik Blek,
ondan kuvvetlisi yok ki!”
“Tak-tuk da nesi?”
“Ha tabii, nerden bileceksiniz siz. Tak-tukları biz kendimiz yapıyoruz, Tommiks-Teksas
kapaklarından kesip. Sonra arkasına karton yapıştırıp kuvvetlendiriyoruz onları ve savaştırıyoruz
birbirleriyle. Oradan biliyorum Çelik Blek’in en kuvvetlisi olduğunu. Ağabeyim karar veriyor zaten.
Yalnız en kuvvetli tak-tukları hep kendi ordusuna alıyor, o zaman pek anlaşamıyoruz işte.”
“Haksızlık oluyormuş biraz; ama neyse olur böyle şeyler! Aslında ata en iyi binen de Ret Kit
bence. Öyle değil mi? İsterse Düldül’ün üstünde uyuyor, isterse sigarasını falan sarıyor giderken.

Çat!
“Neydi o?”
“Hiç önemli bir şey değil, biz sohbet
ederken iki taraftan hafifçe kolunu
çekiyoruz ya, işte demin kırılan birinci
kemik yerine oturdu. İkinciyi de oturtalım
ondan sonra alçıya alacağız.”
“İyileşecek di mi? Çok kötü kırıldı da; böyle
ters dönmüştü kolum.”
“Merak etme hiçbir şeyin kalmayacak,
biraz uzun sürebilir tam iyileşmesi ama
bazı avantajları da yok değil bu işin. Kırılan
sağ kolun olduğuna göre bu sene bütün
yazılılardan kurtuldun gittin bir kere.
Yılsonuna kadar keyif yaparsın artık okulda;
mahalledeki, sınıftaki kızlara alçının
üzerine imza attırtmak da cabası. Peki, en
iyi kılıç kullanan kim? Sen onu söyle
bakalım”
“Karaoğlan tabii ki, sonra da Baybora...”
*

*

*

Annesi bir saattir bütün bu konuşmaları acil müdahale odasının kapı ağzında
sessizce dinliyordu. Sonunda Afacan doktorların yanından alçılı koluyla çıktığında,
annesinin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Çocuk hemen koşup tek eliyle sarıldı ona
ve başını göğsüne gömdü okşansın diye. Annesinin sıcaklığı çabucak içini ısıtmış,
kokusu rahatlatmıştı onu. Başını kaldırdı; gülümseyerek baktı:
“Merak etme anne, iyileşecekmiş” dedi.
“Kara kaşlım, kara gözlüm benim, tabii iyileşecek.”
Çocuğun başını, yanaklarını öpüp kokluyordu. Sonra onu kanatlarının altına
aldı ve dışarıda bekleyenlerin yanına doğru yürümeye başladılar birlikte…

Afacan o akşamüstü birkaç saat içinde Hacettepe Hastanesi’ndeki o iki
hoş sohbet doktorun tedavi ve terapisinden geçip annesinin koynunda eve
geldiğinde hiçbir sağlık endişesi kalmamıştı. Odasına gitti, pantolonunu çıkarıp
sağlam eliyle iki cebindeki misketlerin hepsini yatağın üzerine boşalttı. Köstekleri
gıcırları ayırıp tek tek saydı. İyi ütmüştü Meraklı’yla Sarı Kafa’yı. Kolu kırılmasa
Meraklı’nın sona sakladığı iki amerikanını da ütecekti ama ona sıra gelememişti.
Bir amerikanını alabilmişti sadece. Onu tavandaki lambanın ışığına tutup
parıltılarını seyretti uzun uzun. Sonra bütün misketlerini başucu komedininin
içindeki kutuya koyarken en sevdiği beş misketini yatağın üzerinde yan yana dizdi
ve yeni üttüğü amerikanıyla sol elle kondik çalışmaya başladı. Küçük boy amerikan
süper geri tepiyordu. Sol elini iyice geliştirirse bu misketle bütün mahalleyi
ütebilirdi.
Öykücü
(İstanbul, 1 Mayıs 2011)

Öykü : Can Özoğuz

Müzik: La Mamma, Charles Aznavour

Misket fotoğrafları: Can Özgün

Tablo fotoğrafı: Can Özoğuz

www.oykucu.net


Slide 6

İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR
Öykücü CAN ÖZOĞUZ

Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına…

Üç kornerin bir penaltı, iki kösteğin bir gıcır ettiği zamanlardı. Afacan, evin kapısından usulca içeri
süzüldü. Okul çantasını girişteki portmantonun üzerine sessizce bıraktı. Bir an için, duvardaki “Küçük
Çoban” tablosunun güzelliğine baka kaldı. Gülümsedi. Sonra çıt çıkartmadan, parmak uçlarında,
pürtelâş odasına koştu. Göz açıp kapayıncaya kadar gömleği, ceketi, kravatı, pantolonu, ayakkabıları,
odanın sağına soluna saçılmıştı. Koridordan yine parmaklarının ucunda, sessizce kapıya yöneldi.
Annesine yakalanmaması gerekiyordu. Aceleyle üzerine geçirdiği pamuklu eşofmanı ve ayağında beyaz
lastik ayakkabılarıyla, kapıyı çarpıp ikinci kat merdivenlerinden uçarak aşağıya inerken, cebinde
misketleri şakırdıyordu.

O hızla sağına soluna bakmadan caddeye fırladı. Bir anda kulağının dibinde, keskin bir fren sesi
duymasıyla, yolun karşı tarafında park etmiş arabayı göğüslemesi bir oldu. Derin bir nefes aldı;
arkasına döndü. Freni kökleyip kıl payı durabilmiş, eli ayağı titreyen, kızgın bir taksi şoförü, arabasının
camından avaz avaz ona bağırıyordu. Pek aldırış etmedi. Başını kaldırıp karşıya baktı. Koşarak çıktığı
apartmanın bütün pencerelerini endişeli yüzler doldurmuştu. İçlerinde en perişan görüneni, çarpılan
sokak kapısı sesinin hemen ardından, o acı fren sesini duyup can havliyle pencereye koşan annesiydi.
Afacan, boynu yana bükük, kaşları yukarı kalkık, dudakları ince bir çizgi olmuş masum pozu ve
yüzünde “Bir şey olmadı, merak etme anne!” ifadesiyle, ikinci kat penceresine kaçamak bir bakış
fırlattı. Sonra hemen arkasını dönüp karşı bahçede misket oynayan çocukların arasına karıştı.
O günlerde misket artık futboldan önemli olmaya başlamıştı. Her akşamüstü sokakta mahallenin
elebaşlarının “aldım verdim ben seni yendim adımlamasıyla” kurdukları takımlar arasında kıran kırana
futbol maçları yapılıyor, geceleri bir ıslıkla evden kaçılıp kukalı saklambaca çıkılıyor, ama hepsinden
önce her okul dönüşü karşı evin bahçesinin toprak zemininde misket oynanıyordu.
Afacan, üçgende rakiplerini ütebilmek için, boş kalan bütün zamanlarını, evin her köşesinde;
battaniyenin, halının, koltuğun üzerinde kondik çakma çalışmasıyla geçirir olmuştu. Bütün bu heyecan,
sadece bir avuç gıcır misketin güneş ışığındaki sihirli parıltısına sahip olabilmek içindi. O yüzden
arabanın tamponundan paçayı kurtarır kurtarmaz, karşı bahçede bir an önce oyuna katılmak istedi.
Meraklı, onu hemen kaş-göz işaretleriyle yanına çağırıp ağacın altına çekti. Kalınlaşmaya yeni
başlamış cırtlak horoz gibi sesiyle:
“Oğlum annen hâlâ pencerede, sakın dönüp bakma, çağırmasın gerisin geriye. Yarın sizinkilerle
Eymir Gölü’ne pikniğe gidiyormuşuz, haberin var mı? Annem söyledi. Misketlerini getirmeyi sakın
unutma ha! Tamam mı?” dedi.
“Tamam,” dedi Afacan, büyüyen göz bebeklerinde yeni gıcırların hayalinin parıltısıyla. Meraklı’nın
birkaç amerikanı vardı; şöyle kondik çaktın mı geri tepen, onların sıcaklığını avucunda hissedip, cebine
indireceği anı hayal etti. Meraklı’nın kardeşi Sarı Kafa ise zaten çok acemiydi üçgende, onun misketleri
çantada keklik sayılırdı.

“Sen de bütün misketlerini getir o zaman. Sarı
Kafa da getirir di mi?” dedi. “Amerikanlarını da
unutma ama bak!” diye ekledi.
“Tamam, tamam meraklanma,” dedi Meraklı,
akordu bozuk sesiyle. ‘Bütün misketlerin benim
olacak nasılsa yakında,’ diye geçiriyordu içinden.
O günkü misket oyunu bitince, Afacan, ne
akşamüstü futbol maçına, ne de o geceki kukalıya
katıldı. Evde bütün akşam hiç durmadan kondik
çalıştı. Ertesi gün gıcırlarını riske atmamak için oyuna
ikişer ikişer süreceği kösteklerini daha yeni
görünsünler diye sabunla iyice yıkayıp bir güzel
kuruladı. Bunu yapmasa Meraklı’nın su koyacağını,
iki yerine dört köstek bir gıcır sayılır diyeceğini
biliyordu. Yıkadığı köstekleri pikniğe giderken
giyeceği pantolonunun sol cebine, gıcırları da sağ
cebine koyup, pantolonuyla gömleğini kapısının
arkasına astı. Bütün hazırlıkları tamamdı artık. Yatak
odasındaki lambayı söndürdü ve her akşam yaptığı
gibi pijamalı üç adım atlayışıyla uzaktan yatağına
atladı. Bu önleme, yatağın altına gizlenmiş canavara
ayağını kaptırmamak için başvuruyordu. Şimdi çok
mutluydu. Derin bir iç geçirdi ve ertesi gün piknikte
üteceği gıcır misketlerden ışığa tutup parıltısını
beğendiklerini sağ cebinde, kösteklerle
beğenmediklerini tekrar oyuna sürmek üzere sol
cebinde biriktireceğini hayal ederek tatlı bir uykuya
daldı.
*
*
*

Fakat hayat beklenmedik sürprizlerle doluydu. Piknikten dönüş yoluna koyulduklarında,
Afacan ağlamaktan yorulmuş, bitap düşmüş bir haldeydi. Kızarmış gözleriyle öylece oturuyor,
toprak yolda arabanın girdiği her çukurda acıdan inliyordu. Babası hastaneye tam gaz gitmek
isterken, çocuğun inlemelerini duydukça arabayı sarsmamak için yavaşlıyordu. Ağabeyi onun kırık
kolunu arasına koyduğu tahta parçalarıyla sarsmadan düzgün tutmaya çabalıyor, Meraklı ise
arada bir “Tamam abi, bir şey olmayacak meraklanma, daha önce de kırılmadı mı yahu!” gibi bir
şeyler mırıldanıyordu. Fakat o bu seferkinin farklı olduğunu, oradakilerin kolu ortadan kırılıp ters
tarafa döndüğü anki bakışlarından anlamış ve daha kolunda acıyı hissetmeden basmıştı
yaygarayı… “Anneee, sakat kaldım anneee!” feryadı bir anda annesinin yüreğine kurşun gibi
saplanmıştı. Hâlbuki piknik yerinde koşmamıştı bile. Oyun heyecanından önüne doğru dürüst
bakmadan yürürken, ayağı takılıp yere düşmüş, otların arasında saklı kalmış bir taş kolunun tam
ortasına çarpmış ve o müthiş kondikleri çakan sağ kolunun iki kemiği birden çat diye kırılıp kol orta
yerinden ters tarafa dönmüştü.
*
*
*
“Tommiks’i mi seviyorsun yoksa Rodi’yi mi?”
“İkisini de seviyorum. Okul kantininde Rodi çikletleri çıktı. Ona kendisini ne kadar sevdiğimi
göstermek için her gün alıyorum bir tane.”
“Yok yahu! Bak bizim zamanımızda yoktu bunlar. Çok şanslısınız siz valla. Peki, Konyakçı
mı iyi ata biniyor yoksa Doktor mu sence?”
“Konyakçı tabii ki, görmedin mi ata binmekten bacakları eğrilmiş.”
“Doğru bak bunu düşünmemiştim. Ata binmekten olmuş o öyle değil mi? Ama en iyi Tommiks
biniyor galiba. Söz gelimi Napolyon’un sağrısına gizlenip Kızılderilileri kandırıyor falan; onlar da
Napolyon başıboş gidiyor sanıyorlar. Sonra hem sağ eliyle, hem de sol eliyle çok iyi silah
kullanıyor. Aynı anda ikisini birden hızla çekip haydutların kurşunlarından korunmak için kendini
yere atarken, karşısındaki dört adamın silahlarını aynı anda vurarak ellerinden düşürebiliyor.
Amma kahraman ranger bu Yüzbaşı Tommiks yahu, di mi?”
“Tabii ki; ama Çelik Blek daha kuvvetli ondan, valla karşılaşsalar yener kavgada. Tommiks
onu ancak silahlı düelloda yenebilir.”

“Nerden biliyorsun Blek’in kavgada yenebileceğini? Tommiks’i görmüyor musun? Dev gibi
adamlarla bile başa çıkıyor yumruk yumruğa giriştiği kavgalarda.”
“Yok, yenemez imkân yok. Bizim tak-tuklarda da en kuvvetlisi sağ kroşeta çakan Çelik Blek,
ondan kuvvetlisi yok ki!”
“Tak-tuk da nesi?”
“Ha tabii, nerden bileceksiniz siz. Tak-tukları biz kendimiz yapıyoruz, Tommiks-Teksas
kapaklarından kesip. Sonra arkasına karton yapıştırıp kuvvetlendiriyoruz onları ve savaştırıyoruz
birbirleriyle. Oradan biliyorum Çelik Blek’in en kuvvetlisi olduğunu. Ağabeyim karar veriyor zaten.
Yalnız en kuvvetli tak-tukları hep kendi ordusuna alıyor, o zaman pek anlaşamıyoruz işte.”
“Haksızlık oluyormuş biraz; ama neyse olur böyle şeyler! Aslında ata en iyi binen de Ret Kit
bence. Öyle değil mi? İsterse Düldül’ün üstünde uyuyor, isterse sigarasını falan sarıyor giderken.

Çat!
“Neydi o?”
“Hiç önemli bir şey değil, biz sohbet
ederken iki taraftan hafifçe kolunu
çekiyoruz ya, işte demin kırılan birinci
kemik yerine oturdu. İkinciyi de oturtalım
ondan sonra alçıya alacağız.”
“İyileşecek di mi? Çok kötü kırıldı da; böyle
ters dönmüştü kolum.”
“Merak etme hiçbir şeyin kalmayacak,
biraz uzun sürebilir tam iyileşmesi ama
bazı avantajları da yok değil bu işin. Kırılan
sağ kolun olduğuna göre bu sene bütün
yazılılardan kurtuldun gittin bir kere.
Yılsonuna kadar keyif yaparsın artık okulda;
mahalledeki, sınıftaki kızlara alçının
üzerine imza attırtmak da cabası. Peki, en
iyi kılıç kullanan kim? Sen onu söyle
bakalım”
“Karaoğlan tabii ki, sonra da Baybora...”
*

*

*

Annesi bir saattir bütün bu konuşmaları acil müdahale odasının kapı ağzında
sessizce dinliyordu. Sonunda Afacan doktorların yanından alçılı koluyla çıktığında,
annesinin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Çocuk hemen koşup tek eliyle sarıldı ona
ve başını göğsüne gömdü okşansın diye. Annesinin sıcaklığı çabucak içini ısıtmış,
kokusu rahatlatmıştı onu. Başını kaldırdı; gülümseyerek baktı:
“Merak etme anne, iyileşecekmiş” dedi.
“Kara kaşlım, kara gözlüm benim, tabii iyileşecek.”
Çocuğun başını, yanaklarını öpüp kokluyordu. Sonra onu kanatlarının altına
aldı ve dışarıda bekleyenlerin yanına doğru yürümeye başladılar birlikte…

Afacan o akşamüstü birkaç saat içinde Hacettepe Hastanesi’ndeki o iki
hoş sohbet doktorun tedavi ve terapisinden geçip annesinin koynunda eve
geldiğinde hiçbir sağlık endişesi kalmamıştı. Odasına gitti, pantolonunu çıkarıp
sağlam eliyle iki cebindeki misketlerin hepsini yatağın üzerine boşalttı. Köstekleri
gıcırları ayırıp tek tek saydı. İyi ütmüştü Meraklı’yla Sarı Kafa’yı. Kolu kırılmasa
Meraklı’nın sona sakladığı iki amerikanını da ütecekti ama ona sıra gelememişti.
Bir amerikanını alabilmişti sadece. Onu tavandaki lambanın ışığına tutup
parıltılarını seyretti uzun uzun. Sonra bütün misketlerini başucu komedininin
içindeki kutuya koyarken en sevdiği beş misketini yatağın üzerinde yan yana dizdi
ve yeni üttüğü amerikanıyla sol elle kondik çalışmaya başladı. Küçük boy amerikan
süper geri tepiyordu. Sol elini iyice geliştirirse bu misketle bütün mahalleyi
ütebilirdi.
Öykücü
(İstanbul, 1 Mayıs 2011)

Öykü : Can Özoğuz

Müzik: La Mamma, Charles Aznavour

Misket fotoğrafları: Can Özgün

Tablo fotoğrafı: Can Özoğuz

www.oykucu.net


Slide 7

İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR
Öykücü CAN ÖZOĞUZ

Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına…

Üç kornerin bir penaltı, iki kösteğin bir gıcır ettiği zamanlardı. Afacan, evin kapısından usulca içeri
süzüldü. Okul çantasını girişteki portmantonun üzerine sessizce bıraktı. Bir an için, duvardaki “Küçük
Çoban” tablosunun güzelliğine baka kaldı. Gülümsedi. Sonra çıt çıkartmadan, parmak uçlarında,
pürtelâş odasına koştu. Göz açıp kapayıncaya kadar gömleği, ceketi, kravatı, pantolonu, ayakkabıları,
odanın sağına soluna saçılmıştı. Koridordan yine parmaklarının ucunda, sessizce kapıya yöneldi.
Annesine yakalanmaması gerekiyordu. Aceleyle üzerine geçirdiği pamuklu eşofmanı ve ayağında beyaz
lastik ayakkabılarıyla, kapıyı çarpıp ikinci kat merdivenlerinden uçarak aşağıya inerken, cebinde
misketleri şakırdıyordu.

O hızla sağına soluna bakmadan caddeye fırladı. Bir anda kulağının dibinde, keskin bir fren sesi
duymasıyla, yolun karşı tarafında park etmiş arabayı göğüslemesi bir oldu. Derin bir nefes aldı;
arkasına döndü. Freni kökleyip kıl payı durabilmiş, eli ayağı titreyen, kızgın bir taksi şoförü, arabasının
camından avaz avaz ona bağırıyordu. Pek aldırış etmedi. Başını kaldırıp karşıya baktı. Koşarak çıktığı
apartmanın bütün pencerelerini endişeli yüzler doldurmuştu. İçlerinde en perişan görüneni, çarpılan
sokak kapısı sesinin hemen ardından, o acı fren sesini duyup can havliyle pencereye koşan annesiydi.
Afacan, boynu yana bükük, kaşları yukarı kalkık, dudakları ince bir çizgi olmuş masum pozu ve
yüzünde “Bir şey olmadı, merak etme anne!” ifadesiyle, ikinci kat penceresine kaçamak bir bakış
fırlattı. Sonra hemen arkasını dönüp karşı bahçede misket oynayan çocukların arasına karıştı.
O günlerde misket artık futboldan önemli olmaya başlamıştı. Her akşamüstü sokakta mahallenin
elebaşlarının “aldım verdim ben seni yendim adımlamasıyla” kurdukları takımlar arasında kıran kırana
futbol maçları yapılıyor, geceleri bir ıslıkla evden kaçılıp kukalı saklambaca çıkılıyor, ama hepsinden
önce her okul dönüşü karşı evin bahçesinin toprak zemininde misket oynanıyordu.
Afacan, üçgende rakiplerini ütebilmek için, boş kalan bütün zamanlarını, evin her köşesinde;
battaniyenin, halının, koltuğun üzerinde kondik çakma çalışmasıyla geçirir olmuştu. Bütün bu heyecan,
sadece bir avuç gıcır misketin güneş ışığındaki sihirli parıltısına sahip olabilmek içindi. O yüzden
arabanın tamponundan paçayı kurtarır kurtarmaz, karşı bahçede bir an önce oyuna katılmak istedi.
Meraklı, onu hemen kaş-göz işaretleriyle yanına çağırıp ağacın altına çekti. Kalınlaşmaya yeni
başlamış cırtlak horoz gibi sesiyle:
“Oğlum annen hâlâ pencerede, sakın dönüp bakma, çağırmasın gerisin geriye. Yarın sizinkilerle
Eymir Gölü’ne pikniğe gidiyormuşuz, haberin var mı? Annem söyledi. Misketlerini getirmeyi sakın
unutma ha! Tamam mı?” dedi.
“Tamam,” dedi Afacan, büyüyen göz bebeklerinde yeni gıcırların hayalinin parıltısıyla. Meraklı’nın
birkaç amerikanı vardı; şöyle kondik çaktın mı geri tepen, onların sıcaklığını avucunda hissedip, cebine
indireceği anı hayal etti. Meraklı’nın kardeşi Sarı Kafa ise zaten çok acemiydi üçgende, onun misketleri
çantada keklik sayılırdı.

“Sen de bütün misketlerini getir o zaman. Sarı
Kafa da getirir di mi?” dedi. “Amerikanlarını da
unutma ama bak!” diye ekledi.
“Tamam, tamam meraklanma,” dedi Meraklı,
akordu bozuk sesiyle. ‘Bütün misketlerin benim
olacak nasılsa yakında,’ diye geçiriyordu içinden.
O günkü misket oyunu bitince, Afacan, ne
akşamüstü futbol maçına, ne de o geceki kukalıya
katıldı. Evde bütün akşam hiç durmadan kondik
çalıştı. Ertesi gün gıcırlarını riske atmamak için oyuna
ikişer ikişer süreceği kösteklerini daha yeni
görünsünler diye sabunla iyice yıkayıp bir güzel
kuruladı. Bunu yapmasa Meraklı’nın su koyacağını,
iki yerine dört köstek bir gıcır sayılır diyeceğini
biliyordu. Yıkadığı köstekleri pikniğe giderken
giyeceği pantolonunun sol cebine, gıcırları da sağ
cebine koyup, pantolonuyla gömleğini kapısının
arkasına astı. Bütün hazırlıkları tamamdı artık. Yatak
odasındaki lambayı söndürdü ve her akşam yaptığı
gibi pijamalı üç adım atlayışıyla uzaktan yatağına
atladı. Bu önleme, yatağın altına gizlenmiş canavara
ayağını kaptırmamak için başvuruyordu. Şimdi çok
mutluydu. Derin bir iç geçirdi ve ertesi gün piknikte
üteceği gıcır misketlerden ışığa tutup parıltısını
beğendiklerini sağ cebinde, kösteklerle
beğenmediklerini tekrar oyuna sürmek üzere sol
cebinde biriktireceğini hayal ederek tatlı bir uykuya
daldı.
*
*
*

Fakat hayat beklenmedik sürprizlerle doluydu. Piknikten dönüş yoluna koyulduklarında,
Afacan ağlamaktan yorulmuş, bitap düşmüş bir haldeydi. Kızarmış gözleriyle öylece oturuyor,
toprak yolda arabanın girdiği her çukurda acıdan inliyordu. Babası hastaneye tam gaz gitmek
isterken, çocuğun inlemelerini duydukça arabayı sarsmamak için yavaşlıyordu. Ağabeyi onun kırık
kolunu arasına koyduğu tahta parçalarıyla sarsmadan düzgün tutmaya çabalıyor, Meraklı ise
arada bir “Tamam abi, bir şey olmayacak meraklanma, daha önce de kırılmadı mı yahu!” gibi bir
şeyler mırıldanıyordu. Fakat o bu seferkinin farklı olduğunu, oradakilerin kolu ortadan kırılıp ters
tarafa döndüğü anki bakışlarından anlamış ve daha kolunda acıyı hissetmeden basmıştı
yaygarayı… “Anneee, sakat kaldım anneee!” feryadı bir anda annesinin yüreğine kurşun gibi
saplanmıştı. Hâlbuki piknik yerinde koşmamıştı bile. Oyun heyecanından önüne doğru dürüst
bakmadan yürürken, ayağı takılıp yere düşmüş, otların arasında saklı kalmış bir taş kolunun tam
ortasına çarpmış ve o müthiş kondikleri çakan sağ kolunun iki kemiği birden çat diye kırılıp kol orta
yerinden ters tarafa dönmüştü.
*
*
*
“Tommiks’i mi seviyorsun yoksa Rodi’yi mi?”
“İkisini de seviyorum. Okul kantininde Rodi çikletleri çıktı. Ona kendisini ne kadar sevdiğimi
göstermek için her gün alıyorum bir tane.”
“Yok yahu! Bak bizim zamanımızda yoktu bunlar. Çok şanslısınız siz valla. Peki, Konyakçı
mı iyi ata biniyor yoksa Doktor mu sence?”
“Konyakçı tabii ki, görmedin mi ata binmekten bacakları eğrilmiş.”
“Doğru bak bunu düşünmemiştim. Ata binmekten olmuş o öyle değil mi? Ama en iyi Tommiks
biniyor galiba. Söz gelimi Napolyon’un sağrısına gizlenip Kızılderilileri kandırıyor falan; onlar da
Napolyon başıboş gidiyor sanıyorlar. Sonra hem sağ eliyle, hem de sol eliyle çok iyi silah
kullanıyor. Aynı anda ikisini birden hızla çekip haydutların kurşunlarından korunmak için kendini
yere atarken, karşısındaki dört adamın silahlarını aynı anda vurarak ellerinden düşürebiliyor.
Amma kahraman ranger bu Yüzbaşı Tommiks yahu, di mi?”
“Tabii ki; ama Çelik Blek daha kuvvetli ondan, valla karşılaşsalar yener kavgada. Tommiks
onu ancak silahlı düelloda yenebilir.”

“Nerden biliyorsun Blek’in kavgada yenebileceğini? Tommiks’i görmüyor musun? Dev gibi
adamlarla bile başa çıkıyor yumruk yumruğa giriştiği kavgalarda.”
“Yok, yenemez imkân yok. Bizim tak-tuklarda da en kuvvetlisi sağ kroşeta çakan Çelik Blek,
ondan kuvvetlisi yok ki!”
“Tak-tuk da nesi?”
“Ha tabii, nerden bileceksiniz siz. Tak-tukları biz kendimiz yapıyoruz, Tommiks-Teksas
kapaklarından kesip. Sonra arkasına karton yapıştırıp kuvvetlendiriyoruz onları ve savaştırıyoruz
birbirleriyle. Oradan biliyorum Çelik Blek’in en kuvvetlisi olduğunu. Ağabeyim karar veriyor zaten.
Yalnız en kuvvetli tak-tukları hep kendi ordusuna alıyor, o zaman pek anlaşamıyoruz işte.”
“Haksızlık oluyormuş biraz; ama neyse olur böyle şeyler! Aslında ata en iyi binen de Ret Kit
bence. Öyle değil mi? İsterse Düldül’ün üstünde uyuyor, isterse sigarasını falan sarıyor giderken.

Çat!
“Neydi o?”
“Hiç önemli bir şey değil, biz sohbet
ederken iki taraftan hafifçe kolunu
çekiyoruz ya, işte demin kırılan birinci
kemik yerine oturdu. İkinciyi de oturtalım
ondan sonra alçıya alacağız.”
“İyileşecek di mi? Çok kötü kırıldı da; böyle
ters dönmüştü kolum.”
“Merak etme hiçbir şeyin kalmayacak,
biraz uzun sürebilir tam iyileşmesi ama
bazı avantajları da yok değil bu işin. Kırılan
sağ kolun olduğuna göre bu sene bütün
yazılılardan kurtuldun gittin bir kere.
Yılsonuna kadar keyif yaparsın artık okulda;
mahalledeki, sınıftaki kızlara alçının
üzerine imza attırtmak da cabası. Peki, en
iyi kılıç kullanan kim? Sen onu söyle
bakalım”
“Karaoğlan tabii ki, sonra da Baybora...”
*

*

*

Annesi bir saattir bütün bu konuşmaları acil müdahale odasının kapı ağzında
sessizce dinliyordu. Sonunda Afacan doktorların yanından alçılı koluyla çıktığında,
annesinin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Çocuk hemen koşup tek eliyle sarıldı ona
ve başını göğsüne gömdü okşansın diye. Annesinin sıcaklığı çabucak içini ısıtmış,
kokusu rahatlatmıştı onu. Başını kaldırdı; gülümseyerek baktı:
“Merak etme anne, iyileşecekmiş” dedi.
“Kara kaşlım, kara gözlüm benim, tabii iyileşecek.”
Çocuğun başını, yanaklarını öpüp kokluyordu. Sonra onu kanatlarının altına
aldı ve dışarıda bekleyenlerin yanına doğru yürümeye başladılar birlikte…

Afacan o akşamüstü birkaç saat içinde Hacettepe Hastanesi’ndeki o iki
hoş sohbet doktorun tedavi ve terapisinden geçip annesinin koynunda eve
geldiğinde hiçbir sağlık endişesi kalmamıştı. Odasına gitti, pantolonunu çıkarıp
sağlam eliyle iki cebindeki misketlerin hepsini yatağın üzerine boşalttı. Köstekleri
gıcırları ayırıp tek tek saydı. İyi ütmüştü Meraklı’yla Sarı Kafa’yı. Kolu kırılmasa
Meraklı’nın sona sakladığı iki amerikanını da ütecekti ama ona sıra gelememişti.
Bir amerikanını alabilmişti sadece. Onu tavandaki lambanın ışığına tutup
parıltılarını seyretti uzun uzun. Sonra bütün misketlerini başucu komedininin
içindeki kutuya koyarken en sevdiği beş misketini yatağın üzerinde yan yana dizdi
ve yeni üttüğü amerikanıyla sol elle kondik çalışmaya başladı. Küçük boy amerikan
süper geri tepiyordu. Sol elini iyice geliştirirse bu misketle bütün mahalleyi
ütebilirdi.
Öykücü
(İstanbul, 1 Mayıs 2011)

Öykü : Can Özoğuz

Müzik: La Mamma, Charles Aznavour

Misket fotoğrafları: Can Özgün

Tablo fotoğrafı: Can Özoğuz

www.oykucu.net


Slide 8

İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR
Öykücü CAN ÖZOĞUZ

Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına…

Üç kornerin bir penaltı, iki kösteğin bir gıcır ettiği zamanlardı. Afacan, evin kapısından usulca içeri
süzüldü. Okul çantasını girişteki portmantonun üzerine sessizce bıraktı. Bir an için, duvardaki “Küçük
Çoban” tablosunun güzelliğine baka kaldı. Gülümsedi. Sonra çıt çıkartmadan, parmak uçlarında,
pürtelâş odasına koştu. Göz açıp kapayıncaya kadar gömleği, ceketi, kravatı, pantolonu, ayakkabıları,
odanın sağına soluna saçılmıştı. Koridordan yine parmaklarının ucunda, sessizce kapıya yöneldi.
Annesine yakalanmaması gerekiyordu. Aceleyle üzerine geçirdiği pamuklu eşofmanı ve ayağında beyaz
lastik ayakkabılarıyla, kapıyı çarpıp ikinci kat merdivenlerinden uçarak aşağıya inerken, cebinde
misketleri şakırdıyordu.

O hızla sağına soluna bakmadan caddeye fırladı. Bir anda kulağının dibinde, keskin bir fren sesi
duymasıyla, yolun karşı tarafında park etmiş arabayı göğüslemesi bir oldu. Derin bir nefes aldı;
arkasına döndü. Freni kökleyip kıl payı durabilmiş, eli ayağı titreyen, kızgın bir taksi şoförü, arabasının
camından avaz avaz ona bağırıyordu. Pek aldırış etmedi. Başını kaldırıp karşıya baktı. Koşarak çıktığı
apartmanın bütün pencerelerini endişeli yüzler doldurmuştu. İçlerinde en perişan görüneni, çarpılan
sokak kapısı sesinin hemen ardından, o acı fren sesini duyup can havliyle pencereye koşan annesiydi.
Afacan, boynu yana bükük, kaşları yukarı kalkık, dudakları ince bir çizgi olmuş masum pozu ve
yüzünde “Bir şey olmadı, merak etme anne!” ifadesiyle, ikinci kat penceresine kaçamak bir bakış
fırlattı. Sonra hemen arkasını dönüp karşı bahçede misket oynayan çocukların arasına karıştı.
O günlerde misket artık futboldan önemli olmaya başlamıştı. Her akşamüstü sokakta mahallenin
elebaşlarının “aldım verdim ben seni yendim adımlamasıyla” kurdukları takımlar arasında kıran kırana
futbol maçları yapılıyor, geceleri bir ıslıkla evden kaçılıp kukalı saklambaca çıkılıyor, ama hepsinden
önce her okul dönüşü karşı evin bahçesinin toprak zemininde misket oynanıyordu.
Afacan, üçgende rakiplerini ütebilmek için, boş kalan bütün zamanlarını, evin her köşesinde;
battaniyenin, halının, koltuğun üzerinde kondik çakma çalışmasıyla geçirir olmuştu. Bütün bu heyecan,
sadece bir avuç gıcır misketin güneş ışığındaki sihirli parıltısına sahip olabilmek içindi. O yüzden
arabanın tamponundan paçayı kurtarır kurtarmaz, karşı bahçede bir an önce oyuna katılmak istedi.
Meraklı, onu hemen kaş-göz işaretleriyle yanına çağırıp ağacın altına çekti. Kalınlaşmaya yeni
başlamış cırtlak horoz gibi sesiyle:
“Oğlum annen hâlâ pencerede, sakın dönüp bakma, çağırmasın gerisin geriye. Yarın sizinkilerle
Eymir Gölü’ne pikniğe gidiyormuşuz, haberin var mı? Annem söyledi. Misketlerini getirmeyi sakın
unutma ha! Tamam mı?” dedi.
“Tamam,” dedi Afacan, büyüyen göz bebeklerinde yeni gıcırların hayalinin parıltısıyla. Meraklı’nın
birkaç amerikanı vardı; şöyle kondik çaktın mı geri tepen, onların sıcaklığını avucunda hissedip, cebine
indireceği anı hayal etti. Meraklı’nın kardeşi Sarı Kafa ise zaten çok acemiydi üçgende, onun misketleri
çantada keklik sayılırdı.

“Sen de bütün misketlerini getir o zaman. Sarı
Kafa da getirir di mi?” dedi. “Amerikanlarını da
unutma ama bak!” diye ekledi.
“Tamam, tamam meraklanma,” dedi Meraklı,
akordu bozuk sesiyle. ‘Bütün misketlerin benim
olacak nasılsa yakında,’ diye geçiriyordu içinden.
O günkü misket oyunu bitince, Afacan, ne
akşamüstü futbol maçına, ne de o geceki kukalıya
katıldı. Evde bütün akşam hiç durmadan kondik
çalıştı. Ertesi gün gıcırlarını riske atmamak için oyuna
ikişer ikişer süreceği kösteklerini daha yeni
görünsünler diye sabunla iyice yıkayıp bir güzel
kuruladı. Bunu yapmasa Meraklı’nın su koyacağını,
iki yerine dört köstek bir gıcır sayılır diyeceğini
biliyordu. Yıkadığı köstekleri pikniğe giderken
giyeceği pantolonunun sol cebine, gıcırları da sağ
cebine koyup, pantolonuyla gömleğini kapısının
arkasına astı. Bütün hazırlıkları tamamdı artık. Yatak
odasındaki lambayı söndürdü ve her akşam yaptığı
gibi pijamalı üç adım atlayışıyla uzaktan yatağına
atladı. Bu önleme, yatağın altına gizlenmiş canavara
ayağını kaptırmamak için başvuruyordu. Şimdi çok
mutluydu. Derin bir iç geçirdi ve ertesi gün piknikte
üteceği gıcır misketlerden ışığa tutup parıltısını
beğendiklerini sağ cebinde, kösteklerle
beğenmediklerini tekrar oyuna sürmek üzere sol
cebinde biriktireceğini hayal ederek tatlı bir uykuya
daldı.
*
*
*

Fakat hayat beklenmedik sürprizlerle doluydu. Piknikten dönüş yoluna koyulduklarında,
Afacan ağlamaktan yorulmuş, bitap düşmüş bir haldeydi. Kızarmış gözleriyle öylece oturuyor,
toprak yolda arabanın girdiği her çukurda acıdan inliyordu. Babası hastaneye tam gaz gitmek
isterken, çocuğun inlemelerini duydukça arabayı sarsmamak için yavaşlıyordu. Ağabeyi onun kırık
kolunu arasına koyduğu tahta parçalarıyla sarsmadan düzgün tutmaya çabalıyor, Meraklı ise
arada bir “Tamam abi, bir şey olmayacak meraklanma, daha önce de kırılmadı mı yahu!” gibi bir
şeyler mırıldanıyordu. Fakat o bu seferkinin farklı olduğunu, oradakilerin kolu ortadan kırılıp ters
tarafa döndüğü anki bakışlarından anlamış ve daha kolunda acıyı hissetmeden basmıştı
yaygarayı… “Anneee, sakat kaldım anneee!” feryadı bir anda annesinin yüreğine kurşun gibi
saplanmıştı. Hâlbuki piknik yerinde koşmamıştı bile. Oyun heyecanından önüne doğru dürüst
bakmadan yürürken, ayağı takılıp yere düşmüş, otların arasında saklı kalmış bir taş kolunun tam
ortasına çarpmış ve o müthiş kondikleri çakan sağ kolunun iki kemiği birden çat diye kırılıp kol orta
yerinden ters tarafa dönmüştü.
*
*
*
“Tommiks’i mi seviyorsun yoksa Rodi’yi mi?”
“İkisini de seviyorum. Okul kantininde Rodi çikletleri çıktı. Ona kendisini ne kadar sevdiğimi
göstermek için her gün alıyorum bir tane.”
“Yok yahu! Bak bizim zamanımızda yoktu bunlar. Çok şanslısınız siz valla. Peki, Konyakçı
mı iyi ata biniyor yoksa Doktor mu sence?”
“Konyakçı tabii ki, görmedin mi ata binmekten bacakları eğrilmiş.”
“Doğru bak bunu düşünmemiştim. Ata binmekten olmuş o öyle değil mi? Ama en iyi Tommiks
biniyor galiba. Söz gelimi Napolyon’un sağrısına gizlenip Kızılderilileri kandırıyor falan; onlar da
Napolyon başıboş gidiyor sanıyorlar. Sonra hem sağ eliyle, hem de sol eliyle çok iyi silah
kullanıyor. Aynı anda ikisini birden hızla çekip haydutların kurşunlarından korunmak için kendini
yere atarken, karşısındaki dört adamın silahlarını aynı anda vurarak ellerinden düşürebiliyor.
Amma kahraman ranger bu Yüzbaşı Tommiks yahu, di mi?”
“Tabii ki; ama Çelik Blek daha kuvvetli ondan, valla karşılaşsalar yener kavgada. Tommiks
onu ancak silahlı düelloda yenebilir.”

“Nerden biliyorsun Blek’in kavgada yenebileceğini? Tommiks’i görmüyor musun? Dev gibi
adamlarla bile başa çıkıyor yumruk yumruğa giriştiği kavgalarda.”
“Yok, yenemez imkân yok. Bizim tak-tuklarda da en kuvvetlisi sağ kroşeta çakan Çelik Blek,
ondan kuvvetlisi yok ki!”
“Tak-tuk da nesi?”
“Ha tabii, nerden bileceksiniz siz. Tak-tukları biz kendimiz yapıyoruz, Tommiks-Teksas
kapaklarından kesip. Sonra arkasına karton yapıştırıp kuvvetlendiriyoruz onları ve savaştırıyoruz
birbirleriyle. Oradan biliyorum Çelik Blek’in en kuvvetlisi olduğunu. Ağabeyim karar veriyor zaten.
Yalnız en kuvvetli tak-tukları hep kendi ordusuna alıyor, o zaman pek anlaşamıyoruz işte.”
“Haksızlık oluyormuş biraz; ama neyse olur böyle şeyler! Aslında ata en iyi binen de Ret Kit
bence. Öyle değil mi? İsterse Düldül’ün üstünde uyuyor, isterse sigarasını falan sarıyor giderken.

Çat!
“Neydi o?”
“Hiç önemli bir şey değil, biz sohbet
ederken iki taraftan hafifçe kolunu
çekiyoruz ya, işte demin kırılan birinci
kemik yerine oturdu. İkinciyi de oturtalım
ondan sonra alçıya alacağız.”
“İyileşecek di mi? Çok kötü kırıldı da; böyle
ters dönmüştü kolum.”
“Merak etme hiçbir şeyin kalmayacak,
biraz uzun sürebilir tam iyileşmesi ama
bazı avantajları da yok değil bu işin. Kırılan
sağ kolun olduğuna göre bu sene bütün
yazılılardan kurtuldun gittin bir kere.
Yılsonuna kadar keyif yaparsın artık okulda;
mahalledeki, sınıftaki kızlara alçının
üzerine imza attırtmak da cabası. Peki, en
iyi kılıç kullanan kim? Sen onu söyle
bakalım”
“Karaoğlan tabii ki, sonra da Baybora...”
*

*

*

Annesi bir saattir bütün bu konuşmaları acil müdahale odasının kapı ağzında
sessizce dinliyordu. Sonunda Afacan doktorların yanından alçılı koluyla çıktığında,
annesinin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Çocuk hemen koşup tek eliyle sarıldı ona
ve başını göğsüne gömdü okşansın diye. Annesinin sıcaklığı çabucak içini ısıtmış,
kokusu rahatlatmıştı onu. Başını kaldırdı; gülümseyerek baktı:
“Merak etme anne, iyileşecekmiş” dedi.
“Kara kaşlım, kara gözlüm benim, tabii iyileşecek.”
Çocuğun başını, yanaklarını öpüp kokluyordu. Sonra onu kanatlarının altına
aldı ve dışarıda bekleyenlerin yanına doğru yürümeye başladılar birlikte…

Afacan o akşamüstü birkaç saat içinde Hacettepe Hastanesi’ndeki o iki
hoş sohbet doktorun tedavi ve terapisinden geçip annesinin koynunda eve
geldiğinde hiçbir sağlık endişesi kalmamıştı. Odasına gitti, pantolonunu çıkarıp
sağlam eliyle iki cebindeki misketlerin hepsini yatağın üzerine boşalttı. Köstekleri
gıcırları ayırıp tek tek saydı. İyi ütmüştü Meraklı’yla Sarı Kafa’yı. Kolu kırılmasa
Meraklı’nın sona sakladığı iki amerikanını da ütecekti ama ona sıra gelememişti.
Bir amerikanını alabilmişti sadece. Onu tavandaki lambanın ışığına tutup
parıltılarını seyretti uzun uzun. Sonra bütün misketlerini başucu komedininin
içindeki kutuya koyarken en sevdiği beş misketini yatağın üzerinde yan yana dizdi
ve yeni üttüğü amerikanıyla sol elle kondik çalışmaya başladı. Küçük boy amerikan
süper geri tepiyordu. Sol elini iyice geliştirirse bu misketle bütün mahalleyi
ütebilirdi.
Öykücü
(İstanbul, 1 Mayıs 2011)

Öykü : Can Özoğuz

Müzik: La Mamma, Charles Aznavour

Misket fotoğrafları: Can Özgün

Tablo fotoğrafı: Can Özoğuz

www.oykucu.net


Slide 9

İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR
Öykücü CAN ÖZOĞUZ

Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına…

Üç kornerin bir penaltı, iki kösteğin bir gıcır ettiği zamanlardı. Afacan, evin kapısından usulca içeri
süzüldü. Okul çantasını girişteki portmantonun üzerine sessizce bıraktı. Bir an için, duvardaki “Küçük
Çoban” tablosunun güzelliğine baka kaldı. Gülümsedi. Sonra çıt çıkartmadan, parmak uçlarında,
pürtelâş odasına koştu. Göz açıp kapayıncaya kadar gömleği, ceketi, kravatı, pantolonu, ayakkabıları,
odanın sağına soluna saçılmıştı. Koridordan yine parmaklarının ucunda, sessizce kapıya yöneldi.
Annesine yakalanmaması gerekiyordu. Aceleyle üzerine geçirdiği pamuklu eşofmanı ve ayağında beyaz
lastik ayakkabılarıyla, kapıyı çarpıp ikinci kat merdivenlerinden uçarak aşağıya inerken, cebinde
misketleri şakırdıyordu.

O hızla sağına soluna bakmadan caddeye fırladı. Bir anda kulağının dibinde, keskin bir fren sesi
duymasıyla, yolun karşı tarafında park etmiş arabayı göğüslemesi bir oldu. Derin bir nefes aldı;
arkasına döndü. Freni kökleyip kıl payı durabilmiş, eli ayağı titreyen, kızgın bir taksi şoförü, arabasının
camından avaz avaz ona bağırıyordu. Pek aldırış etmedi. Başını kaldırıp karşıya baktı. Koşarak çıktığı
apartmanın bütün pencerelerini endişeli yüzler doldurmuştu. İçlerinde en perişan görüneni, çarpılan
sokak kapısı sesinin hemen ardından, o acı fren sesini duyup can havliyle pencereye koşan annesiydi.
Afacan, boynu yana bükük, kaşları yukarı kalkık, dudakları ince bir çizgi olmuş masum pozu ve
yüzünde “Bir şey olmadı, merak etme anne!” ifadesiyle, ikinci kat penceresine kaçamak bir bakış
fırlattı. Sonra hemen arkasını dönüp karşı bahçede misket oynayan çocukların arasına karıştı.
O günlerde misket artık futboldan önemli olmaya başlamıştı. Her akşamüstü sokakta mahallenin
elebaşlarının “aldım verdim ben seni yendim adımlamasıyla” kurdukları takımlar arasında kıran kırana
futbol maçları yapılıyor, geceleri bir ıslıkla evden kaçılıp kukalı saklambaca çıkılıyor, ama hepsinden
önce her okul dönüşü karşı evin bahçesinin toprak zemininde misket oynanıyordu.
Afacan, üçgende rakiplerini ütebilmek için, boş kalan bütün zamanlarını, evin her köşesinde;
battaniyenin, halının, koltuğun üzerinde kondik çakma çalışmasıyla geçirir olmuştu. Bütün bu heyecan,
sadece bir avuç gıcır misketin güneş ışığındaki sihirli parıltısına sahip olabilmek içindi. O yüzden
arabanın tamponundan paçayı kurtarır kurtarmaz, karşı bahçede bir an önce oyuna katılmak istedi.
Meraklı, onu hemen kaş-göz işaretleriyle yanına çağırıp ağacın altına çekti. Kalınlaşmaya yeni
başlamış cırtlak horoz gibi sesiyle:
“Oğlum annen hâlâ pencerede, sakın dönüp bakma, çağırmasın gerisin geriye. Yarın sizinkilerle
Eymir Gölü’ne pikniğe gidiyormuşuz, haberin var mı? Annem söyledi. Misketlerini getirmeyi sakın
unutma ha! Tamam mı?” dedi.
“Tamam,” dedi Afacan, büyüyen göz bebeklerinde yeni gıcırların hayalinin parıltısıyla. Meraklı’nın
birkaç amerikanı vardı; şöyle kondik çaktın mı geri tepen, onların sıcaklığını avucunda hissedip, cebine
indireceği anı hayal etti. Meraklı’nın kardeşi Sarı Kafa ise zaten çok acemiydi üçgende, onun misketleri
çantada keklik sayılırdı.

“Sen de bütün misketlerini getir o zaman. Sarı
Kafa da getirir di mi?” dedi. “Amerikanlarını da
unutma ama bak!” diye ekledi.
“Tamam, tamam meraklanma,” dedi Meraklı,
akordu bozuk sesiyle. ‘Bütün misketlerin benim
olacak nasılsa yakında,’ diye geçiriyordu içinden.
O günkü misket oyunu bitince, Afacan, ne
akşamüstü futbol maçına, ne de o geceki kukalıya
katıldı. Evde bütün akşam hiç durmadan kondik
çalıştı. Ertesi gün gıcırlarını riske atmamak için oyuna
ikişer ikişer süreceği kösteklerini daha yeni
görünsünler diye sabunla iyice yıkayıp bir güzel
kuruladı. Bunu yapmasa Meraklı’nın su koyacağını,
iki yerine dört köstek bir gıcır sayılır diyeceğini
biliyordu. Yıkadığı köstekleri pikniğe giderken
giyeceği pantolonunun sol cebine, gıcırları da sağ
cebine koyup, pantolonuyla gömleğini kapısının
arkasına astı. Bütün hazırlıkları tamamdı artık. Yatak
odasındaki lambayı söndürdü ve her akşam yaptığı
gibi pijamalı üç adım atlayışıyla uzaktan yatağına
atladı. Bu önleme, yatağın altına gizlenmiş canavara
ayağını kaptırmamak için başvuruyordu. Şimdi çok
mutluydu. Derin bir iç geçirdi ve ertesi gün piknikte
üteceği gıcır misketlerden ışığa tutup parıltısını
beğendiklerini sağ cebinde, kösteklerle
beğenmediklerini tekrar oyuna sürmek üzere sol
cebinde biriktireceğini hayal ederek tatlı bir uykuya
daldı.
*
*
*

Fakat hayat beklenmedik sürprizlerle doluydu. Piknikten dönüş yoluna koyulduklarında,
Afacan ağlamaktan yorulmuş, bitap düşmüş bir haldeydi. Kızarmış gözleriyle öylece oturuyor,
toprak yolda arabanın girdiği her çukurda acıdan inliyordu. Babası hastaneye tam gaz gitmek
isterken, çocuğun inlemelerini duydukça arabayı sarsmamak için yavaşlıyordu. Ağabeyi onun kırık
kolunu arasına koyduğu tahta parçalarıyla sarsmadan düzgün tutmaya çabalıyor, Meraklı ise
arada bir “Tamam abi, bir şey olmayacak meraklanma, daha önce de kırılmadı mı yahu!” gibi bir
şeyler mırıldanıyordu. Fakat o bu seferkinin farklı olduğunu, oradakilerin kolu ortadan kırılıp ters
tarafa döndüğü anki bakışlarından anlamış ve daha kolunda acıyı hissetmeden basmıştı
yaygarayı… “Anneee, sakat kaldım anneee!” feryadı bir anda annesinin yüreğine kurşun gibi
saplanmıştı. Hâlbuki piknik yerinde koşmamıştı bile. Oyun heyecanından önüne doğru dürüst
bakmadan yürürken, ayağı takılıp yere düşmüş, otların arasında saklı kalmış bir taş kolunun tam
ortasına çarpmış ve o müthiş kondikleri çakan sağ kolunun iki kemiği birden çat diye kırılıp kol orta
yerinden ters tarafa dönmüştü.
*
*
*
“Tommiks’i mi seviyorsun yoksa Rodi’yi mi?”
“İkisini de seviyorum. Okul kantininde Rodi çikletleri çıktı. Ona kendisini ne kadar sevdiğimi
göstermek için her gün alıyorum bir tane.”
“Yok yahu! Bak bizim zamanımızda yoktu bunlar. Çok şanslısınız siz valla. Peki, Konyakçı
mı iyi ata biniyor yoksa Doktor mu sence?”
“Konyakçı tabii ki, görmedin mi ata binmekten bacakları eğrilmiş.”
“Doğru bak bunu düşünmemiştim. Ata binmekten olmuş o öyle değil mi? Ama en iyi Tommiks
biniyor galiba. Söz gelimi Napolyon’un sağrısına gizlenip Kızılderilileri kandırıyor falan; onlar da
Napolyon başıboş gidiyor sanıyorlar. Sonra hem sağ eliyle, hem de sol eliyle çok iyi silah
kullanıyor. Aynı anda ikisini birden hızla çekip haydutların kurşunlarından korunmak için kendini
yere atarken, karşısındaki dört adamın silahlarını aynı anda vurarak ellerinden düşürebiliyor.
Amma kahraman ranger bu Yüzbaşı Tommiks yahu, di mi?”
“Tabii ki; ama Çelik Blek daha kuvvetli ondan, valla karşılaşsalar yener kavgada. Tommiks
onu ancak silahlı düelloda yenebilir.”

“Nerden biliyorsun Blek’in kavgada yenebileceğini? Tommiks’i görmüyor musun? Dev gibi
adamlarla bile başa çıkıyor yumruk yumruğa giriştiği kavgalarda.”
“Yok, yenemez imkân yok. Bizim tak-tuklarda da en kuvvetlisi sağ kroşeta çakan Çelik Blek,
ondan kuvvetlisi yok ki!”
“Tak-tuk da nesi?”
“Ha tabii, nerden bileceksiniz siz. Tak-tukları biz kendimiz yapıyoruz, Tommiks-Teksas
kapaklarından kesip. Sonra arkasına karton yapıştırıp kuvvetlendiriyoruz onları ve savaştırıyoruz
birbirleriyle. Oradan biliyorum Çelik Blek’in en kuvvetlisi olduğunu. Ağabeyim karar veriyor zaten.
Yalnız en kuvvetli tak-tukları hep kendi ordusuna alıyor, o zaman pek anlaşamıyoruz işte.”
“Haksızlık oluyormuş biraz; ama neyse olur böyle şeyler! Aslında ata en iyi binen de Ret Kit
bence. Öyle değil mi? İsterse Düldül’ün üstünde uyuyor, isterse sigarasını falan sarıyor giderken.

Çat!
“Neydi o?”
“Hiç önemli bir şey değil, biz sohbet
ederken iki taraftan hafifçe kolunu
çekiyoruz ya, işte demin kırılan birinci
kemik yerine oturdu. İkinciyi de oturtalım
ondan sonra alçıya alacağız.”
“İyileşecek di mi? Çok kötü kırıldı da; böyle
ters dönmüştü kolum.”
“Merak etme hiçbir şeyin kalmayacak,
biraz uzun sürebilir tam iyileşmesi ama
bazı avantajları da yok değil bu işin. Kırılan
sağ kolun olduğuna göre bu sene bütün
yazılılardan kurtuldun gittin bir kere.
Yılsonuna kadar keyif yaparsın artık okulda;
mahalledeki, sınıftaki kızlara alçının
üzerine imza attırtmak da cabası. Peki, en
iyi kılıç kullanan kim? Sen onu söyle
bakalım”
“Karaoğlan tabii ki, sonra da Baybora...”
*

*

*

Annesi bir saattir bütün bu konuşmaları acil müdahale odasının kapı ağzında
sessizce dinliyordu. Sonunda Afacan doktorların yanından alçılı koluyla çıktığında,
annesinin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Çocuk hemen koşup tek eliyle sarıldı ona
ve başını göğsüne gömdü okşansın diye. Annesinin sıcaklığı çabucak içini ısıtmış,
kokusu rahatlatmıştı onu. Başını kaldırdı; gülümseyerek baktı:
“Merak etme anne, iyileşecekmiş” dedi.
“Kara kaşlım, kara gözlüm benim, tabii iyileşecek.”
Çocuğun başını, yanaklarını öpüp kokluyordu. Sonra onu kanatlarının altına
aldı ve dışarıda bekleyenlerin yanına doğru yürümeye başladılar birlikte…

Afacan o akşamüstü birkaç saat içinde Hacettepe Hastanesi’ndeki o iki
hoş sohbet doktorun tedavi ve terapisinden geçip annesinin koynunda eve
geldiğinde hiçbir sağlık endişesi kalmamıştı. Odasına gitti, pantolonunu çıkarıp
sağlam eliyle iki cebindeki misketlerin hepsini yatağın üzerine boşalttı. Köstekleri
gıcırları ayırıp tek tek saydı. İyi ütmüştü Meraklı’yla Sarı Kafa’yı. Kolu kırılmasa
Meraklı’nın sona sakladığı iki amerikanını da ütecekti ama ona sıra gelememişti.
Bir amerikanını alabilmişti sadece. Onu tavandaki lambanın ışığına tutup
parıltılarını seyretti uzun uzun. Sonra bütün misketlerini başucu komedininin
içindeki kutuya koyarken en sevdiği beş misketini yatağın üzerinde yan yana dizdi
ve yeni üttüğü amerikanıyla sol elle kondik çalışmaya başladı. Küçük boy amerikan
süper geri tepiyordu. Sol elini iyice geliştirirse bu misketle bütün mahalleyi
ütebilirdi.
Öykücü
(İstanbul, 1 Mayıs 2011)

Öykü : Can Özoğuz

Müzik: La Mamma, Charles Aznavour

Misket fotoğrafları: Can Özgün

Tablo fotoğrafı: Can Özoğuz

www.oykucu.net


Slide 10

İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR
Öykücü CAN ÖZOĞUZ

Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına…

Üç kornerin bir penaltı, iki kösteğin bir gıcır ettiği zamanlardı. Afacan, evin kapısından usulca içeri
süzüldü. Okul çantasını girişteki portmantonun üzerine sessizce bıraktı. Bir an için, duvardaki “Küçük
Çoban” tablosunun güzelliğine baka kaldı. Gülümsedi. Sonra çıt çıkartmadan, parmak uçlarında,
pürtelâş odasına koştu. Göz açıp kapayıncaya kadar gömleği, ceketi, kravatı, pantolonu, ayakkabıları,
odanın sağına soluna saçılmıştı. Koridordan yine parmaklarının ucunda, sessizce kapıya yöneldi.
Annesine yakalanmaması gerekiyordu. Aceleyle üzerine geçirdiği pamuklu eşofmanı ve ayağında beyaz
lastik ayakkabılarıyla, kapıyı çarpıp ikinci kat merdivenlerinden uçarak aşağıya inerken, cebinde
misketleri şakırdıyordu.

O hızla sağına soluna bakmadan caddeye fırladı. Bir anda kulağının dibinde, keskin bir fren sesi
duymasıyla, yolun karşı tarafında park etmiş arabayı göğüslemesi bir oldu. Derin bir nefes aldı;
arkasına döndü. Freni kökleyip kıl payı durabilmiş, eli ayağı titreyen, kızgın bir taksi şoförü, arabasının
camından avaz avaz ona bağırıyordu. Pek aldırış etmedi. Başını kaldırıp karşıya baktı. Koşarak çıktığı
apartmanın bütün pencerelerini endişeli yüzler doldurmuştu. İçlerinde en perişan görüneni, çarpılan
sokak kapısı sesinin hemen ardından, o acı fren sesini duyup can havliyle pencereye koşan annesiydi.
Afacan, boynu yana bükük, kaşları yukarı kalkık, dudakları ince bir çizgi olmuş masum pozu ve
yüzünde “Bir şey olmadı, merak etme anne!” ifadesiyle, ikinci kat penceresine kaçamak bir bakış
fırlattı. Sonra hemen arkasını dönüp karşı bahçede misket oynayan çocukların arasına karıştı.
O günlerde misket artık futboldan önemli olmaya başlamıştı. Her akşamüstü sokakta mahallenin
elebaşlarının “aldım verdim ben seni yendim adımlamasıyla” kurdukları takımlar arasında kıran kırana
futbol maçları yapılıyor, geceleri bir ıslıkla evden kaçılıp kukalı saklambaca çıkılıyor, ama hepsinden
önce her okul dönüşü karşı evin bahçesinin toprak zemininde misket oynanıyordu.
Afacan, üçgende rakiplerini ütebilmek için, boş kalan bütün zamanlarını, evin her köşesinde;
battaniyenin, halının, koltuğun üzerinde kondik çakma çalışmasıyla geçirir olmuştu. Bütün bu heyecan,
sadece bir avuç gıcır misketin güneş ışığındaki sihirli parıltısına sahip olabilmek içindi. O yüzden
arabanın tamponundan paçayı kurtarır kurtarmaz, karşı bahçede bir an önce oyuna katılmak istedi.
Meraklı, onu hemen kaş-göz işaretleriyle yanına çağırıp ağacın altına çekti. Kalınlaşmaya yeni
başlamış cırtlak horoz gibi sesiyle:
“Oğlum annen hâlâ pencerede, sakın dönüp bakma, çağırmasın gerisin geriye. Yarın sizinkilerle
Eymir Gölü’ne pikniğe gidiyormuşuz, haberin var mı? Annem söyledi. Misketlerini getirmeyi sakın
unutma ha! Tamam mı?” dedi.
“Tamam,” dedi Afacan, büyüyen göz bebeklerinde yeni gıcırların hayalinin parıltısıyla. Meraklı’nın
birkaç amerikanı vardı; şöyle kondik çaktın mı geri tepen, onların sıcaklığını avucunda hissedip, cebine
indireceği anı hayal etti. Meraklı’nın kardeşi Sarı Kafa ise zaten çok acemiydi üçgende, onun misketleri
çantada keklik sayılırdı.

“Sen de bütün misketlerini getir o zaman. Sarı
Kafa da getirir di mi?” dedi. “Amerikanlarını da
unutma ama bak!” diye ekledi.
“Tamam, tamam meraklanma,” dedi Meraklı,
akordu bozuk sesiyle. ‘Bütün misketlerin benim
olacak nasılsa yakında,’ diye geçiriyordu içinden.
O günkü misket oyunu bitince, Afacan, ne
akşamüstü futbol maçına, ne de o geceki kukalıya
katıldı. Evde bütün akşam hiç durmadan kondik
çalıştı. Ertesi gün gıcırlarını riske atmamak için oyuna
ikişer ikişer süreceği kösteklerini daha yeni
görünsünler diye sabunla iyice yıkayıp bir güzel
kuruladı. Bunu yapmasa Meraklı’nın su koyacağını,
iki yerine dört köstek bir gıcır sayılır diyeceğini
biliyordu. Yıkadığı köstekleri pikniğe giderken
giyeceği pantolonunun sol cebine, gıcırları da sağ
cebine koyup, pantolonuyla gömleğini kapısının
arkasına astı. Bütün hazırlıkları tamamdı artık. Yatak
odasındaki lambayı söndürdü ve her akşam yaptığı
gibi pijamalı üç adım atlayışıyla uzaktan yatağına
atladı. Bu önleme, yatağın altına gizlenmiş canavara
ayağını kaptırmamak için başvuruyordu. Şimdi çok
mutluydu. Derin bir iç geçirdi ve ertesi gün piknikte
üteceği gıcır misketlerden ışığa tutup parıltısını
beğendiklerini sağ cebinde, kösteklerle
beğenmediklerini tekrar oyuna sürmek üzere sol
cebinde biriktireceğini hayal ederek tatlı bir uykuya
daldı.
*
*
*

Fakat hayat beklenmedik sürprizlerle doluydu. Piknikten dönüş yoluna koyulduklarında,
Afacan ağlamaktan yorulmuş, bitap düşmüş bir haldeydi. Kızarmış gözleriyle öylece oturuyor,
toprak yolda arabanın girdiği her çukurda acıdan inliyordu. Babası hastaneye tam gaz gitmek
isterken, çocuğun inlemelerini duydukça arabayı sarsmamak için yavaşlıyordu. Ağabeyi onun kırık
kolunu arasına koyduğu tahta parçalarıyla sarsmadan düzgün tutmaya çabalıyor, Meraklı ise
arada bir “Tamam abi, bir şey olmayacak meraklanma, daha önce de kırılmadı mı yahu!” gibi bir
şeyler mırıldanıyordu. Fakat o bu seferkinin farklı olduğunu, oradakilerin kolu ortadan kırılıp ters
tarafa döndüğü anki bakışlarından anlamış ve daha kolunda acıyı hissetmeden basmıştı
yaygarayı… “Anneee, sakat kaldım anneee!” feryadı bir anda annesinin yüreğine kurşun gibi
saplanmıştı. Hâlbuki piknik yerinde koşmamıştı bile. Oyun heyecanından önüne doğru dürüst
bakmadan yürürken, ayağı takılıp yere düşmüş, otların arasında saklı kalmış bir taş kolunun tam
ortasına çarpmış ve o müthiş kondikleri çakan sağ kolunun iki kemiği birden çat diye kırılıp kol orta
yerinden ters tarafa dönmüştü.
*
*
*
“Tommiks’i mi seviyorsun yoksa Rodi’yi mi?”
“İkisini de seviyorum. Okul kantininde Rodi çikletleri çıktı. Ona kendisini ne kadar sevdiğimi
göstermek için her gün alıyorum bir tane.”
“Yok yahu! Bak bizim zamanımızda yoktu bunlar. Çok şanslısınız siz valla. Peki, Konyakçı
mı iyi ata biniyor yoksa Doktor mu sence?”
“Konyakçı tabii ki, görmedin mi ata binmekten bacakları eğrilmiş.”
“Doğru bak bunu düşünmemiştim. Ata binmekten olmuş o öyle değil mi? Ama en iyi Tommiks
biniyor galiba. Söz gelimi Napolyon’un sağrısına gizlenip Kızılderilileri kandırıyor falan; onlar da
Napolyon başıboş gidiyor sanıyorlar. Sonra hem sağ eliyle, hem de sol eliyle çok iyi silah
kullanıyor. Aynı anda ikisini birden hızla çekip haydutların kurşunlarından korunmak için kendini
yere atarken, karşısındaki dört adamın silahlarını aynı anda vurarak ellerinden düşürebiliyor.
Amma kahraman ranger bu Yüzbaşı Tommiks yahu, di mi?”
“Tabii ki; ama Çelik Blek daha kuvvetli ondan, valla karşılaşsalar yener kavgada. Tommiks
onu ancak silahlı düelloda yenebilir.”

“Nerden biliyorsun Blek’in kavgada yenebileceğini? Tommiks’i görmüyor musun? Dev gibi
adamlarla bile başa çıkıyor yumruk yumruğa giriştiği kavgalarda.”
“Yok, yenemez imkân yok. Bizim tak-tuklarda da en kuvvetlisi sağ kroşeta çakan Çelik Blek,
ondan kuvvetlisi yok ki!”
“Tak-tuk da nesi?”
“Ha tabii, nerden bileceksiniz siz. Tak-tukları biz kendimiz yapıyoruz, Tommiks-Teksas
kapaklarından kesip. Sonra arkasına karton yapıştırıp kuvvetlendiriyoruz onları ve savaştırıyoruz
birbirleriyle. Oradan biliyorum Çelik Blek’in en kuvvetlisi olduğunu. Ağabeyim karar veriyor zaten.
Yalnız en kuvvetli tak-tukları hep kendi ordusuna alıyor, o zaman pek anlaşamıyoruz işte.”
“Haksızlık oluyormuş biraz; ama neyse olur böyle şeyler! Aslında ata en iyi binen de Ret Kit
bence. Öyle değil mi? İsterse Düldül’ün üstünde uyuyor, isterse sigarasını falan sarıyor giderken.

Çat!
“Neydi o?”
“Hiç önemli bir şey değil, biz sohbet
ederken iki taraftan hafifçe kolunu
çekiyoruz ya, işte demin kırılan birinci
kemik yerine oturdu. İkinciyi de oturtalım
ondan sonra alçıya alacağız.”
“İyileşecek di mi? Çok kötü kırıldı da; böyle
ters dönmüştü kolum.”
“Merak etme hiçbir şeyin kalmayacak,
biraz uzun sürebilir tam iyileşmesi ama
bazı avantajları da yok değil bu işin. Kırılan
sağ kolun olduğuna göre bu sene bütün
yazılılardan kurtuldun gittin bir kere.
Yılsonuna kadar keyif yaparsın artık okulda;
mahalledeki, sınıftaki kızlara alçının
üzerine imza attırtmak da cabası. Peki, en
iyi kılıç kullanan kim? Sen onu söyle
bakalım”
“Karaoğlan tabii ki, sonra da Baybora...”
*

*

*

Annesi bir saattir bütün bu konuşmaları acil müdahale odasının kapı ağzında
sessizce dinliyordu. Sonunda Afacan doktorların yanından alçılı koluyla çıktığında,
annesinin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Çocuk hemen koşup tek eliyle sarıldı ona
ve başını göğsüne gömdü okşansın diye. Annesinin sıcaklığı çabucak içini ısıtmış,
kokusu rahatlatmıştı onu. Başını kaldırdı; gülümseyerek baktı:
“Merak etme anne, iyileşecekmiş” dedi.
“Kara kaşlım, kara gözlüm benim, tabii iyileşecek.”
Çocuğun başını, yanaklarını öpüp kokluyordu. Sonra onu kanatlarının altına
aldı ve dışarıda bekleyenlerin yanına doğru yürümeye başladılar birlikte…

Afacan o akşamüstü birkaç saat içinde Hacettepe Hastanesi’ndeki o iki
hoş sohbet doktorun tedavi ve terapisinden geçip annesinin koynunda eve
geldiğinde hiçbir sağlık endişesi kalmamıştı. Odasına gitti, pantolonunu çıkarıp
sağlam eliyle iki cebindeki misketlerin hepsini yatağın üzerine boşalttı. Köstekleri
gıcırları ayırıp tek tek saydı. İyi ütmüştü Meraklı’yla Sarı Kafa’yı. Kolu kırılmasa
Meraklı’nın sona sakladığı iki amerikanını da ütecekti ama ona sıra gelememişti.
Bir amerikanını alabilmişti sadece. Onu tavandaki lambanın ışığına tutup
parıltılarını seyretti uzun uzun. Sonra bütün misketlerini başucu komedininin
içindeki kutuya koyarken en sevdiği beş misketini yatağın üzerinde yan yana dizdi
ve yeni üttüğü amerikanıyla sol elle kondik çalışmaya başladı. Küçük boy amerikan
süper geri tepiyordu. Sol elini iyice geliştirirse bu misketle bütün mahalleyi
ütebilirdi.
Öykücü
(İstanbul, 1 Mayıs 2011)

Öykü : Can Özoğuz

Müzik: La Mamma, Charles Aznavour

Misket fotoğrafları: Can Özgün

Tablo fotoğrafı: Can Özoğuz

www.oykucu.net


Slide 11

İKİ KÖSTEĞİN BİR GICIR ETTİĞİ ZAMANLAR
Öykücü CAN ÖZOĞUZ

Beni dürüst ninnilerle büyüten, hep koruyup gözeten annemin anısına…

Üç kornerin bir penaltı, iki kösteğin bir gıcır ettiği zamanlardı. Afacan, evin kapısından usulca içeri
süzüldü. Okul çantasını girişteki portmantonun üzerine sessizce bıraktı. Bir an için, duvardaki “Küçük
Çoban” tablosunun güzelliğine baka kaldı. Gülümsedi. Sonra çıt çıkartmadan, parmak uçlarında,
pürtelâş odasına koştu. Göz açıp kapayıncaya kadar gömleği, ceketi, kravatı, pantolonu, ayakkabıları,
odanın sağına soluna saçılmıştı. Koridordan yine parmaklarının ucunda, sessizce kapıya yöneldi.
Annesine yakalanmaması gerekiyordu. Aceleyle üzerine geçirdiği pamuklu eşofmanı ve ayağında beyaz
lastik ayakkabılarıyla, kapıyı çarpıp ikinci kat merdivenlerinden uçarak aşağıya inerken, cebinde
misketleri şakırdıyordu.

O hızla sağına soluna bakmadan caddeye fırladı. Bir anda kulağının dibinde, keskin bir fren sesi
duymasıyla, yolun karşı tarafında park etmiş arabayı göğüslemesi bir oldu. Derin bir nefes aldı;
arkasına döndü. Freni kökleyip kıl payı durabilmiş, eli ayağı titreyen, kızgın bir taksi şoförü, arabasının
camından avaz avaz ona bağırıyordu. Pek aldırış etmedi. Başını kaldırıp karşıya baktı. Koşarak çıktığı
apartmanın bütün pencerelerini endişeli yüzler doldurmuştu. İçlerinde en perişan görüneni, çarpılan
sokak kapısı sesinin hemen ardından, o acı fren sesini duyup can havliyle pencereye koşan annesiydi.
Afacan, boynu yana bükük, kaşları yukarı kalkık, dudakları ince bir çizgi olmuş masum pozu ve
yüzünde “Bir şey olmadı, merak etme anne!” ifadesiyle, ikinci kat penceresine kaçamak bir bakış
fırlattı. Sonra hemen arkasını dönüp karşı bahçede misket oynayan çocukların arasına karıştı.
O günlerde misket artık futboldan önemli olmaya başlamıştı. Her akşamüstü sokakta mahallenin
elebaşlarının “aldım verdim ben seni yendim adımlamasıyla” kurdukları takımlar arasında kıran kırana
futbol maçları yapılıyor, geceleri bir ıslıkla evden kaçılıp kukalı saklambaca çıkılıyor, ama hepsinden
önce her okul dönüşü karşı evin bahçesinin toprak zemininde misket oynanıyordu.
Afacan, üçgende rakiplerini ütebilmek için, boş kalan bütün zamanlarını, evin her köşesinde;
battaniyenin, halının, koltuğun üzerinde kondik çakma çalışmasıyla geçirir olmuştu. Bütün bu heyecan,
sadece bir avuç gıcır misketin güneş ışığındaki sihirli parıltısına sahip olabilmek içindi. O yüzden
arabanın tamponundan paçayı kurtarır kurtarmaz, karşı bahçede bir an önce oyuna katılmak istedi.
Meraklı, onu hemen kaş-göz işaretleriyle yanına çağırıp ağacın altına çekti. Kalınlaşmaya yeni
başlamış cırtlak horoz gibi sesiyle:
“Oğlum annen hâlâ pencerede, sakın dönüp bakma, çağırmasın gerisin geriye. Yarın sizinkilerle
Eymir Gölü’ne pikniğe gidiyormuşuz, haberin var mı? Annem söyledi. Misketlerini getirmeyi sakın
unutma ha! Tamam mı?” dedi.
“Tamam,” dedi Afacan, büyüyen göz bebeklerinde yeni gıcırların hayalinin parıltısıyla. Meraklı’nın
birkaç amerikanı vardı; şöyle kondik çaktın mı geri tepen, onların sıcaklığını avucunda hissedip, cebine
indireceği anı hayal etti. Meraklı’nın kardeşi Sarı Kafa ise zaten çok acemiydi üçgende, onun misketleri
çantada keklik sayılırdı.

“Sen de bütün misketlerini getir o zaman. Sarı
Kafa da getirir di mi?” dedi. “Amerikanlarını da
unutma ama bak!” diye ekledi.
“Tamam, tamam meraklanma,” dedi Meraklı,
akordu bozuk sesiyle. ‘Bütün misketlerin benim
olacak nasılsa yakında,’ diye geçiriyordu içinden.
O günkü misket oyunu bitince, Afacan, ne
akşamüstü futbol maçına, ne de o geceki kukalıya
katıldı. Evde bütün akşam hiç durmadan kondik
çalıştı. Ertesi gün gıcırlarını riske atmamak için oyuna
ikişer ikişer süreceği kösteklerini daha yeni
görünsünler diye sabunla iyice yıkayıp bir güzel
kuruladı. Bunu yapmasa Meraklı’nın su koyacağını,
iki yerine dört köstek bir gıcır sayılır diyeceğini
biliyordu. Yıkadığı köstekleri pikniğe giderken
giyeceği pantolonunun sol cebine, gıcırları da sağ
cebine koyup, pantolonuyla gömleğini kapısının
arkasına astı. Bütün hazırlıkları tamamdı artık. Yatak
odasındaki lambayı söndürdü ve her akşam yaptığı
gibi pijamalı üç adım atlayışıyla uzaktan yatağına
atladı. Bu önleme, yatağın altına gizlenmiş canavara
ayağını kaptırmamak için başvuruyordu. Şimdi çok
mutluydu. Derin bir iç geçirdi ve ertesi gün piknikte
üteceği gıcır misketlerden ışığa tutup parıltısını
beğendiklerini sağ cebinde, kösteklerle
beğenmediklerini tekrar oyuna sürmek üzere sol
cebinde biriktireceğini hayal ederek tatlı bir uykuya
daldı.
*
*
*

Fakat hayat beklenmedik sürprizlerle doluydu. Piknikten dönüş yoluna koyulduklarında,
Afacan ağlamaktan yorulmuş, bitap düşmüş bir haldeydi. Kızarmış gözleriyle öylece oturuyor,
toprak yolda arabanın girdiği her çukurda acıdan inliyordu. Babası hastaneye tam gaz gitmek
isterken, çocuğun inlemelerini duydukça arabayı sarsmamak için yavaşlıyordu. Ağabeyi onun kırık
kolunu arasına koyduğu tahta parçalarıyla sarsmadan düzgün tutmaya çabalıyor, Meraklı ise
arada bir “Tamam abi, bir şey olmayacak meraklanma, daha önce de kırılmadı mı yahu!” gibi bir
şeyler mırıldanıyordu. Fakat o bu seferkinin farklı olduğunu, oradakilerin kolu ortadan kırılıp ters
tarafa döndüğü anki bakışlarından anlamış ve daha kolunda acıyı hissetmeden basmıştı
yaygarayı… “Anneee, sakat kaldım anneee!” feryadı bir anda annesinin yüreğine kurşun gibi
saplanmıştı. Hâlbuki piknik yerinde koşmamıştı bile. Oyun heyecanından önüne doğru dürüst
bakmadan yürürken, ayağı takılıp yere düşmüş, otların arasında saklı kalmış bir taş kolunun tam
ortasına çarpmış ve o müthiş kondikleri çakan sağ kolunun iki kemiği birden çat diye kırılıp kol orta
yerinden ters tarafa dönmüştü.
*
*
*
“Tommiks’i mi seviyorsun yoksa Rodi’yi mi?”
“İkisini de seviyorum. Okul kantininde Rodi çikletleri çıktı. Ona kendisini ne kadar sevdiğimi
göstermek için her gün alıyorum bir tane.”
“Yok yahu! Bak bizim zamanımızda yoktu bunlar. Çok şanslısınız siz valla. Peki, Konyakçı
mı iyi ata biniyor yoksa Doktor mu sence?”
“Konyakçı tabii ki, görmedin mi ata binmekten bacakları eğrilmiş.”
“Doğru bak bunu düşünmemiştim. Ata binmekten olmuş o öyle değil mi? Ama en iyi Tommiks
biniyor galiba. Söz gelimi Napolyon’un sağrısına gizlenip Kızılderilileri kandırıyor falan; onlar da
Napolyon başıboş gidiyor sanıyorlar. Sonra hem sağ eliyle, hem de sol eliyle çok iyi silah
kullanıyor. Aynı anda ikisini birden hızla çekip haydutların kurşunlarından korunmak için kendini
yere atarken, karşısındaki dört adamın silahlarını aynı anda vurarak ellerinden düşürebiliyor.
Amma kahraman ranger bu Yüzbaşı Tommiks yahu, di mi?”
“Tabii ki; ama Çelik Blek daha kuvvetli ondan, valla karşılaşsalar yener kavgada. Tommiks
onu ancak silahlı düelloda yenebilir.”

“Nerden biliyorsun Blek’in kavgada yenebileceğini? Tommiks’i görmüyor musun? Dev gibi
adamlarla bile başa çıkıyor yumruk yumruğa giriştiği kavgalarda.”
“Yok, yenemez imkân yok. Bizim tak-tuklarda da en kuvvetlisi sağ kroşeta çakan Çelik Blek,
ondan kuvvetlisi yok ki!”
“Tak-tuk da nesi?”
“Ha tabii, nerden bileceksiniz siz. Tak-tukları biz kendimiz yapıyoruz, Tommiks-Teksas
kapaklarından kesip. Sonra arkasına karton yapıştırıp kuvvetlendiriyoruz onları ve savaştırıyoruz
birbirleriyle. Oradan biliyorum Çelik Blek’in en kuvvetlisi olduğunu. Ağabeyim karar veriyor zaten.
Yalnız en kuvvetli tak-tukları hep kendi ordusuna alıyor, o zaman pek anlaşamıyoruz işte.”
“Haksızlık oluyormuş biraz; ama neyse olur böyle şeyler! Aslında ata en iyi binen de Ret Kit
bence. Öyle değil mi? İsterse Düldül’ün üstünde uyuyor, isterse sigarasını falan sarıyor giderken.

Çat!
“Neydi o?”
“Hiç önemli bir şey değil, biz sohbet
ederken iki taraftan hafifçe kolunu
çekiyoruz ya, işte demin kırılan birinci
kemik yerine oturdu. İkinciyi de oturtalım
ondan sonra alçıya alacağız.”
“İyileşecek di mi? Çok kötü kırıldı da; böyle
ters dönmüştü kolum.”
“Merak etme hiçbir şeyin kalmayacak,
biraz uzun sürebilir tam iyileşmesi ama
bazı avantajları da yok değil bu işin. Kırılan
sağ kolun olduğuna göre bu sene bütün
yazılılardan kurtuldun gittin bir kere.
Yılsonuna kadar keyif yaparsın artık okulda;
mahalledeki, sınıftaki kızlara alçının
üzerine imza attırtmak da cabası. Peki, en
iyi kılıç kullanan kim? Sen onu söyle
bakalım”
“Karaoğlan tabii ki, sonra da Baybora...”
*

*

*

Annesi bir saattir bütün bu konuşmaları acil müdahale odasının kapı ağzında
sessizce dinliyordu. Sonunda Afacan doktorların yanından alçılı koluyla çıktığında,
annesinin gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Çocuk hemen koşup tek eliyle sarıldı ona
ve başını göğsüne gömdü okşansın diye. Annesinin sıcaklığı çabucak içini ısıtmış,
kokusu rahatlatmıştı onu. Başını kaldırdı; gülümseyerek baktı:
“Merak etme anne, iyileşecekmiş” dedi.
“Kara kaşlım, kara gözlüm benim, tabii iyileşecek.”
Çocuğun başını, yanaklarını öpüp kokluyordu. Sonra onu kanatlarının altına
aldı ve dışarıda bekleyenlerin yanına doğru yürümeye başladılar birlikte…

Afacan o akşamüstü birkaç saat içinde Hacettepe Hastanesi’ndeki o iki
hoş sohbet doktorun tedavi ve terapisinden geçip annesinin koynunda eve
geldiğinde hiçbir sağlık endişesi kalmamıştı. Odasına gitti, pantolonunu çıkarıp
sağlam eliyle iki cebindeki misketlerin hepsini yatağın üzerine boşalttı. Köstekleri
gıcırları ayırıp tek tek saydı. İyi ütmüştü Meraklı’yla Sarı Kafa’yı. Kolu kırılmasa
Meraklı’nın sona sakladığı iki amerikanını da ütecekti ama ona sıra gelememişti.
Bir amerikanını alabilmişti sadece. Onu tavandaki lambanın ışığına tutup
parıltılarını seyretti uzun uzun. Sonra bütün misketlerini başucu komedininin
içindeki kutuya koyarken en sevdiği beş misketini yatağın üzerinde yan yana dizdi
ve yeni üttüğü amerikanıyla sol elle kondik çalışmaya başladı. Küçük boy amerikan
süper geri tepiyordu. Sol elini iyice geliştirirse bu misketle bütün mahalleyi
ütebilirdi.
Öykücü
(İstanbul, 1 Mayıs 2011)

Öykü : Can Özoğuz

Müzik: La Mamma, Charles Aznavour

Misket fotoğrafları: Can Özgün

Tablo fotoğrafı: Can Özoğuz

www.oykucu.net