tasarımda metafor yöntemi

Download Report

Transcript tasarımda metafor yöntemi

Binalar bize neden bir şeyleri çağrıştırır?
İnsanlar birtakım şeyler arasında metaforik ilişkiler
kurmayı, bir şeyleri bir şeylere benzetmeyi severler ve
bu yöntemi çeşitli alanlarda oldukça sık kullanırlar.
Yapılan kimi benzetmelerin, kurulan kimi metaforların
ise terimleri, hayvanlar ve mimarlıktır; yani kentlerin,
binaların, mekânların ya da daha başka birtakım mimari
öğelerin, yapı birimlerinin birtakım hayvanlara
benzetilmesi söz konusudur.
Madem binaların ve nesnelerin işlevlerini gerektiği gibi
yerine getirmeleri kadar bize anlattıkları da onlara
duyduğumuz hayranlığın derecesini belirliyor; o zaman
da şu soruyu biraz daha ayrıntılı ele almak gerekiyor
Nasıl oluyor da taş, çelik, beton, ahşap ve cam belli bir forma
bürünüp birtakım duygu, düşünce ve kavramları bize
yansıtabilecek, hatta bizde zaman zaman çok önemli ve dokunaklı
şeyler anlattıkları izlenimini yaratabilecek hale geliyor?
Nasıl işliyor bu acayip süreç?
Çevremize bu gözle bakmaya başlayınca, mobilyalarımızı ya da
evlerimizi, canlı varlıklara benzetmekte zorlanmayacağımızı
anlarız. Sürahimize bakınca bir penguen, çaydanlığımıza bakınca
tıknaz, kendini önemseyen bir adam, çalışma masamıza bakınca
zarif bir geyik, yemek masamıza bakınca da bir öküz aklımıza
gelebilir.
Kimileri ise daha da ileri gitmişler, insanların mimarlığı hayvanları
taklit ederek öğrendiklerini, yani bir anlamda, hayvanların
insanlara mimarlık konusunda hocalık yaptıklarını söylemişlerdir.
Örneğin, Orta Afrika’nın Batı bölgesinde yaşayan Fali halkının
inancına göre, öğretmen bir kaplumbağadır, çünkü bu ilkel
topluma göre insanların inşa ettikleri ve içinde yaşadıkları evin
modeli onlara o hayvan tarafından verilir. Bu kavmin atası olan ilk
çift, ilk evi, kaplumbağanın verdiği bilgiler doğrultusunda, onun
denetimi altında yapmıştır. Bu konutların planı, kaplumbağanın
bedensel yapısını çağrıştırır.
Victor Hugo, adını bu binadan alan ünlü romanında şunları yazar:
“Ona sanki kilise sallanıyormuş, canlanıyormuş, yaşıyormuş gibi
geliyordu ve her kolon, sanki koskocaman bir ayak oluyordu. Ve
sanki dev katedral, ayakları olan kolonlarla yürüyen, iki kulenin
hortumu olduğu bir çeşit olağanüstü filden başka bir şey
değildi.”
Alfred Messel’in Berlin’de
inşa ettiği Wertheim
Mağazası’nın çatısından bir
çift kuşkulu göz bizi süzer.
Paris’teki Castel
Beranger’i çevreleyen
demir parmaklıklar sinek
bacaklarını andırır.
Mimarı : Hector
GUIMARD
Sydney Opera Binası’nın (Jorn Utzon) kabuklarını yelkenlere
benzetenlerin yanı sıra, çiftleşen kaplumbağalara benzetenler
vardır.
Gateshead Millenyum Köprüsü’nün tasarımını yapan Wilkinson
Eyre mimarlık ofisinden Chris Wilkinson bu soruyu “Bu sadece
tesadüfi bir esinlenme değil; hayvanların organizması ile
yapının strüktürü arasındaki paralellikleri araştırıyoruz” diye
yanıtlıyor. Yani zoomorfik mimarlar doğaya sadece biçimsel
anlamda ilham almak için bakmıyorlar. Belki de sadece, doğanın
çok önceden keşfettiği bazı gerçekleri onun izinden giderek
bulmaya çalışıyorlar. Kimi, doğanın yarattığı mucize
çözümlerden strüktürel ilhamlar alıyor. Kimi, organik formları
kişisel mimari dil olarak benimsiyor.
Bazıları ise, dev hayvan heykellerini anımsatan yapılarla kentsel
semboller yaratıyor. Fonksiyonel, estetik ya da analojik, hangi
yönden olursa olsun bütün yollar mimarideki en güncel ve en
“tartışmalı” akıma, hayvan formlarına öykünen “zoomorfoloji”ye
çıkıyor. Renzo Piano’nun Kansai Havalimanı’nın iç mekânında dev
bir balinanın midesindeymiş gibi hissedip, devasa omurgasına
hayran kalıyoruz. Koca havaalanı ise, kıvrak hareketlerle, eski
çağlardan gelerek yeryüzüne yeni inmiş, upuzun bacaklı, büyük
bir tarih öncesi kuşuna benziyor.
Bir yeri mekân yapan orada yaşayan insandır. Etrafımda
gördüğüm şeyler benden bir parça olmalı, bana uymalı… Mekân
gittikçe bana benzemeli. Ancak o zaman aradığım motivasyonu
bulabilirim.” İşte bu kaygılar ve arzular Mehmet Aksoy’a kent
dışında, Polonezköy’den birkaç kilometre uzaklıkta tasarımı
kendisine ait olan özel bir atölye-ev inşa ettirdi. Aksoy evin
tasarımını yaparken Mısır firavunlarının bereket sembolü olan
kutsal böcek “scarab”, bizdeki bahtsız adıyla “bokböceği”
formundan esinlenmiş.
Eero Saarinen’in projelendirdiği New York’taki “TWA Terminal”
havalimanı ile Calatrava’nın Lyons, Satolas’taki tren istasyonu dev
betonarme kanatlarıyla ve Hans Hollein’in dev bir kabuklu deniz
hayvanını çağrıştıran Fransa’daki Vulcania binası bu eğilimin en
güncel örneklerinden bazıları.
Dans Eden Ev Hollanda
kökenli bir sigorta şirketi
olan Nationale
Nederlanden’in Çek
Cumhuriyeti’nin başkenti
Prag’ın şehir merkezinde
inşa ettirdiği binasına
verilen takma isimdir.
Hırvat ve Çek kökenli bir
mimar olan Vlado Milunić’in
Kanada kökenli bir mimar
olan Frank Gehry ile
işbirliği yaparak boş olan
ve nehir kıyısında yer alan
bir alanda tasarladığı
binadır.
Bu alandaki yapı 1945’teki Çek Bombardımanı’daki harap
olmasından beri boş duruyordu. 1992 yılında başlanan inşaat
1996 yılında tamamlandı.
Orjinal olarak Fred Astaire ve Ginger Rogers’a adandığı ve dans
eden iki partneri sembolizce ettiği için Fred and Ginger olarak
adlandırılan bu yapı bölgede yaygın olan Barok, Gotik ve Art
Nouveau binalar arasında oldukça dikkati çekiyor. Yapıya verilen
başka bir isim de "Sarhoş Ev"’dir.
Tren İstasyonu Lyon, Fransa
1990-94 yılları arasında inşa edilen Lyon Satolas Havaalanı
Tren İstasyonu dev boyutlu bir böceği andırıyor. Yapı
içerisinde doğal ışık elde edebilmek için tasarımda bol bol
cam kullanılmış.
Sydney. Sage Sanat Merkezi, Norman Foster, Gateshead
Bu yapı dev bir solucanı andırmaktadır.